Buram buram sanat ve Avrupa kokan bir kitapla geldim bugün: Isla ve Mutlu Son. Adından da anlaşılacağı üzere kitap, Anna and the French Kiss serisinin üçüncü ve sonuncu kitabı. İkinci kitabı Lola ve Komşu Çocuk yorumum da hemen şurada. Kitapların çevrilme sırası "Neden?" diye sordurtsa da aralarında karakterler dışında bir bağın bulunmuyor oluşu sorun olmamasını sağlıyor.
Konusu
şöyle: Ana karakterimiz Isla, Fransa'da okuyan bir Amerikalı ve lise birden beri
Josh adlı karakterimize âşık. Platonik olarak takılıyor elbette. Diş ağrısından
ötürü ağrı kesici aldığı ve kafasının bir dünya olduğu gün, oturduğu kafede
Josh'a rastlıyor ve bir şekilde ikili konuşmaya başlıyor. Çok tatlı bir akşam
geçiriyorlar ve ilerleyen saatlerde Isla'yı eve bırakıyor Josh. Bu olay yaz
tatilinde gerçekleşiyor. Kafasının güzel olmasından ötürü oldukça rahat
davranan Isla, yaşananları ancak ertesi gün hatırlıyor lakin Josh'ı lise son sınıf
başlayana, yani okul açılana kadar görmüyor. Okulda tekrar bir araya
gelmelerinin ardından çiftin macerası da bir şekilde başlamış oluyor.
Çok tatlı çıtır çerez bir kitaptı, Isla ve Mutlu Son. Daha iki kitabını okudum lakin Perkins'in her kitabını sanatsal bir konu ile besleme dürtüsü çok güzel. Josh resim çiziyor ve Isla ile beraber yurt dışına, Barselona'ya gidiyorlar. Karakterler ile beraber siz de karış karış geziyorsunuz Barselona'yı. Mimari yapıları inceliyor, sokaklarını didik didik ediyorsunuz. Kitapta en çok hoşuma giden şey bu oldu.
Tadında bir
genç yetişkin romanıydı özetle. Lola ve Komşu Çocuk'ta olduğu gibi her karakter
nevi şahsına münhasırdı ve mekanlar da bir o kadar titizlikle seçilmişti.
Okurken Isla ile beraber siz de âşık olmuş gibi hissediyorsunuz; o kadar
yalındı çünkü duygular ve kelimelere dökülüşü. Sözün özü, ben büyük keyifle
okudum. Genç yetişkin dalında yumuşak ilerleyişe sahip bir kitap arıyorsanız bu kitabı, hatta belki de tüm seriyi önerebilirim. 2. kitabı hariç, daha okumadım çünkü onu.
Puanım 7/10.
Alıntılar:
"Maceralı hikayeleri severim. Özellikle işin içinde bir tür felaket varsa." Kaşı kalkık kalıyor. Gülüyorum. "Ben mutlu sonu olanları da okuyorum." Josh raflarıma işaret ediyor. "Çok okuyorsun." "Bu gerçek maceralara çıkmaktan daha güvenli." Bu sefer gülen o oluyor. "Belki."
"Daha önce güneşin doğrudan saçlarına vurduğunu görmemiştim hiç." "Ah." Parlayan saçlarıma bakıyorum. "Asla aynı gözükmüyor, değil mi? İçerideyken kestane rengi. Dışarıdayken daha çok kızıl." "Hayır." Josh uzanıp dalgalardan birine hafifçe dokunuyor. "Kızıl doğru kelime değil. Kestane rengi, turuncu, bakır veya bronz renginde değil. Saçların ateş gibi. Bu yanan bir binanın alevlerinden büyülenmek gibi. Bakışlarımı alamıyorum."
Keşke bana çizdiği şeylere baktığı gibi baksa. O zaman bende utangaçlıktan fazlasının yattığını görebilir, benim onda tembellikten fazlasının yattığını gördüğüm gibi.
"Ama artık kendine güveniyor musun?" "Ben... bunu başarmak üzereyim. Boş bir tuval olmanın sorun olmadığını düşünmeye başladım sanırım. Belki de geleceğimin bilinmez olması sorun değildir." Yine gülümseyerek, "Belki de," diyorum, "geleceklerini bilen insanlardan ilham almak sorun değildir." "Biliyorsun bu iki taraflı işliyor." Buz gibi olmuş parmaklarını kendiminkilere kenetliyorum. "Ne iki taraflı işliyor?" "Sanatçılar boş tuvallerden ilham alır." Gülümsemem genişliyor. Josh, "Boş bir tuval," diye devam ediyor, "sınırsız olasılıkla doludur."
Hadi, esen
kalın, hoşça kalın.