Film Önerisi | VOL-İ (WALL-E)

27 Kasım 2016 Pazar

Kitap Önerisi | Yabancı - Albert Camus

Kitap Önerisi | Yabancı - Albert Camus

Yabancı - Albert Camus

1942'de yayımlanan Yabancı, romancı, tiyatro yazarı ve düşünür olarak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yalnız Fransa'da değil tüm dünyada kuşağının sözcüsü ve yol göstericisi olarak kabul edilen Albert Camus'nün, ilk ve en çok ses getiren yapıtıdır. Romanda, bir Arap'ı öldüren ama bu suçtan çok, gerçek duygularını dile getirdiği ve toplumun istediği kalıba girmeyi reddettiği için dışlanan bir "yabancı" aracılığıyla, XX. yüzyıl insanının içine düştüğü yabancılaşma anlatılır. Bir türlü ele geçirilemeyen "anlam"ın sürekli aranışını, bilincin toplumdan ve dış dünyadan kopuşunu, topluma yabancı duran kahramanın çevresiyle ve toplumla arasındaki çatışmayı anlatan roman, büyüleyici gücünü arka plandaki derin ve suskun acıdan alır. Camus, genç kahramanı Meursault'nun dış dünyayla arasına koyduğu mesafeyi, kendine ve topluma yabancılaşmasını, annesinin ölümü dahil her şeye nesnel bir biçimde yaklaşmasını büyük bir ustalıkla dile getirir.

Merhaba.

Albert Camus ile elbette ki en çok bilinen ve en çok ses getiren romanı Yabancı sayesinde tanıştım. Önsözünde yazdığına göre Edebiyat dünyasına asıl girişini 1942'de yayımlanan Yabancı adlı romanı ve Sisifos Söyleni başlıklı felsefi denemesi belirlemiş. Birbirini tamamlayan bu iki yapıtta, varoluşçu izler taşıyan "saçma" felsefesini geliştirmiş ve Yabancı 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülmüş.

Yabancı, değişik ve hoş bir kitaptı benim için. Kitap, ana karakter Meursault'nun, annesinin ölüm haberini alması ile başlıyor. Sonrasında yaşanan olaylara değinmiyorum. Kitap 2 ayrı bölümden oluşuyor zaten. 2. Bölüm de Meursault'nun bir Arap'ı öldürmesinin ardından yaşananlara yer veriyor. Genel hattı ile böyle Yabancı. Zaten romandan ziyade hikaye tadı veren bir kitap. Büyük iki olay var ve diğerleri bu olayların çevresinde gerçekleşen küçük küçük olaylar.

Kitabı değişik ve ilginç kılan başlı başına Meursault. Düşünceleri, fiilleri, olaylara yaklaşma biçimi... Bütün olaylar Meursault'nun ağzından anlatılıyor zaten, günlük tarzına has. Şöyle bir şey hayal edin: Meursault'nun elinde bir defter, bir kalem var. Kendi bedeninden sıyrılmış, bedeninin hareketlerini gözlemliyor ve tamamen objektif bir şekilde bunu kaleme alıyor. Kimi cümleleri olabildiğince yalın, kimileri ise detaylandırılmış.

Bütün yaklaşımını özetleyecek tek cümle de şu olurdu muhtemelen: Fark etmez. Günlük hayatta çok sık karşılaştığımız bir sözcük öbeği lakin Meursault bunu hakkıyla kullanan nadir insanlardan. O ya da bu, hiçbir şekilde fark etmiyor Meursault için. Arka kapakta bahsedilen şu cümle ile bahsettiğim şey anlatılıyor muhtemelen: Bir türlü ele geçirilemeyen "anlam"ın sürekli aranışını, bilincin toplumdan ve dış dünyadan kopuşunu, topluma yabancı duran kahramanın çevresiyle ve toplumla arasındaki çatışmayı anlatan roman, büyüleyici gücünü arka plandaki derin ve suskun acıdan alır.

Kitap sizin kendiniz ile münakaşa etmenize neden oluyor. Doğru ile yanlış kavramlarınızın orta yerine dalıyor, kavramlarınızı yeniden derlemenize sebebiyet veriyor.

Meursault karakterini beğenmekten ziyade kabullendim, olduğu gibi kabullenip dolaştım onun satır çizgilerinde. Yabancı size bunu da soruyor: Sen ne düşünüyorsun? Ne düşünmeniz gerektiğine yahut ne düşüneceğinize karar veremediğiniz bir kitap bana göre.

Bunalımı ve yabancılaşmayı Meursault ve yaşadığı olaylar ile yerinde bir şekilde anlattığını düşünüyorum. Absürtü okumak istiyor ve bundan hoşlanıyorsanız kesinlikle okuyun, derim. Benim beğendiğim bir roman oldu Yabancı. Muhtemelen yakında Camus'nün diğer kitaplarını da toparlayıp okuyacağım.

Bahsetmem gereken başka bir şey daha var: The Stranger.

Yabancı'nın uyarlaması olan 1967 yapımı, İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının usta yönetmenlerinden Luchino Visconti'nin yönettiği film. Kitabı okuduktan bir süre sonra hakkında yaptığım araştırma esnasında karşıma çıktı bu film. Zaten tam anlamıyla altyazılı filmini de bulamadım, sadece YouTube'da denk geldim. Şimdi size bahsetmek için de açıp bir göz gezdirdim filme. Göz gezdirdim diyorum çünkü izlemeye kalkıştım ve bunalıp kapattım filmi.

60 dönemi monokrom çekilmiş filmlere âşık olmama rağmen, 60 sonları 70 başlarında başlayan renkli sinema döneminin ilk eserleri de bir o kadar sıkmıştır beni. Bu film de 67 renkli filmlerinden. Dublajlar, çekim teknikleri, falan filan hiç girmiyorum o konulara. Tamamen kişisel tercihinize bağlı olarak katlanabileceğiniz yahut katlanamayacağınız bir durum, bu bahsettiğim konu. Ben katlanamayan taraftayım ama izlememe nedenim bu değil.

Meursault karakterini iyi verememiş bir film bana göre. Vermek zorunda değil belki de lakin ben o karakteri doğru biçimde görmek istiyordum. İstediğimi alamadım. Kitapta var olan Meursault olaylara yaklaşımı ile farkındalık sürecini tamamen geçirmişti bana. Yabancılaşmasını anladım, okudum, özümsedim. Filmdeki Meursault karakteri ise daha umursamaz bir karakter olmuş zannımca, onu hiç beğenemedim. Kitapta Daha dün annen öldü, neden böyle bir şey yapıyorsun? demezken filmdeki adamın yaptıkları lakayt geldi gözüme.

Neyse iyice saptım konudan. Böyle bir film var, uyarlama adı altında. Göz atmak yahut izlemek isterseniz diye linkini de şuraya bırakıyorum. Altyazılı olarak izleyebilirsiniz.

Puanım 4/5.

Alıntılar:
Ben de iskemlemi çevirip tütüncününki gibi koydum, böyle daha rahat olduğunu anlamıştım çünkü. İki sigara içtim, bir parça çikolata almak için içeriye girdim ve gelip bunu pencerenin önünde yedim. Biraz sonra gökyüzü karardı, bir yaz yağmuru indirecek sandım. Oysa hava, yavaş yavaş yine açıldı. Fakat bulutların geçişi,sokağın üzerinde neredeyse yağmur yağacak gibi bir hava bırakmıştı. Bu yüzden sokak daha da karanlıklaşmıştı. Uzun zaman pencerenin önünde durup gökyüzünü seyrettim.
...İskemlenin arkalığına uzun zaman dayanarak durduğum için biraz boynum ağrıyordu. Aşağıya inip ekmek ve kıyma aldım, yemeğimi pişirip ayakta yedim. Pencerenin önünde bir sigara içmek istedim ama hava serinlemişti, biraz üşüdüm. Pencereleri kapadım ve geri dönerken aynadan, üstünde ispirto lambası, onun yanında da ekmek parçalarıyla, masanın bir ucunu gördüm. Kendi kendime, neyse, bu pazar da geçti, annem gömüldü, işe yeniden başlayacağım, sonuçta değişmiş hiçbir şey yok, diye düşündüm. 
...O zamanlar sık sık şöyle düşündüm; beni kuru bir ağacın gövdesine hapsetseler de yavaş yavaş ona da alışacaktım. Kuşların geçişlerini, bulutların birbirlerine rastlayışlarını bekleyecektim, nitekim burada da avukatımın acayip kravatlarını görmek için, başka bir âlemde de Marie'yi kollarımın arasına almak için cumartesiye kadar sabrediyordum. Halbuki iyi düşünülürse kuru bir ağacın gövdesi içinde değildim. Benden daha mutsuz olanlar da vardı. Zaten annem de böyle düşünürdü; sık sık, insanın sonunda her şeye alışacağını tekrarlardı.
Esen kalın, hoşça kalın.

20 Kasım 2016 Pazar

Kitap Yorumu | Kitap Hırsızı - Markus Zusak

Kitap Yorumu | Kitap Hırsızı - Markus Zusak

Kitap Hırsızı - Markus Zusak

Markus Zusak'ın, 2. Dünya Savaşı Almanya'sında yaşayan küçük kız çocuğu Liesel Meminger'in uzun süre hafızalardan silinmeyecek ilginç hikâyesini çarpıcı bir dille anlatan Kitap Hırsızı şimdiye kadar otuz dile çevrildi. Avustralya ve çeşitli ülkelerde pek çok ödül almasının yanı sıra; Amazon.com, Amazon.co.uk ve The New York Times çoksatanlar listesinde bir numaraya yükseldi.

Brezilya, İrlanda ve Tayvan'da da birinci sıraya yerleşirken, İngiltere, İspanya, Norveç, İsrail ve Kore'de ilk beşe girdi. Uzun süre çoksatanlar listelerinde üst sıralardaki yerini koruyan ve aynı isimle sinemaya uyarlanarak daha da geniş kitlelere ulaşmayı başaran Kitap Hırsızı, yazarın etkileyici dili ve merak uyandıran konusuyla klasikler arasında yer almaya aday bir kitap.

Merhaba.

Bu yorumu mümkün olduğunca taze yazmak istedim çünkü hislerimin ve düşüncelerimin o saf tadını unutmak istemiyorum. [Taze yazdı fakat yeni yayımladı.] Evde vaktim olmadığı için okul yolunda okudum bütün kitabı. Cümlelerine de yine otobüste son vermiş oldum. Son sayfalara geldiğimde çok kez kitabı parmaklarımın arasında sıkıştırmak zorunda kaldım. Başımı kaldırıp gökyüzüne, akıp giden yola baktım. Bu kitabın yeri bende farklı olacak; bunu ilk sayfadan beri hissediyordum sanki.

Önce filminin, ardından da kitabının varlığını öğrenmiştim zamanında. Ve -her zaman olmasa da- çoğu zaman için filmini izlemeden evvel kitabı okumayı tercih ederim. Bazı kitapların filmi izlense dahi yetebilir bir kişiye. Verilmek istenen mesaj yazarın diline uygun bir biçimde verilebilir. Bazıları ise bunu hiçbir şekilde beceremez.

Lakin... Bu kitap filmi izlense dahi okunması gereken bir kitaptı. Bu kitabı avuçlarınızın arasında tutmalısınız. Kelimelere dokunmalı, resimlerin çizgilerinin üzerinde parmağınızla gezintiye çıkmalı, okurken soluklanmak adına başınızı yukarı kaldırmalısınız.

Kitap 2. Dünya Savaşı sırasında varlığını sürdüren Nazi Almanyası'nı konu alıyor. [Bazı şeyleri bilmeden art arda denk getirmeyi severim.] Fakat normalde anlatılandan birazcık farklı, çok değil. Bu defa Yahudileri anlatmıyor kitap, Yahudilere yapılanları haklı da çıkarmıyor elbette. Bu defa baktığımız pencereden Alman yoksullarını görüyoruz; olaya bir de onların gözünden bakıyoruz. Kitapta bahsi geçen %10luk kesim... Olaya bir de buradan bakmak hoşuma gitti açıkçası. Anlatılmak istenen şey aynı, pencere farklı dediğim gibi.

Konu hakkında pek bir şey söylemek istemiyorum. Bütün olay Kitap Hırsızı Liesel Meminger'in yaşadıkları. Bütün her şey. Hayatına girenler, hayatından çıkanlar, çevresinde vuku bulan olaylar, kendi düşünceleri, istekleri, yaptıkları... Liesel ve çevresindekiler hakkında her şey.

Liesel'da en çok dikkatimi çeken nokta kelimeleri, hayata tutunmak adına halat şeklinde kullanıyor olmasıydı. Kitap çalıyor, çaldığı kitapları sayısız kez okuyordu. [Kitap çalmak o kadar da büyük bir suç olmamalı belki de?] Gün gelecek bir şey daha yapacaktı; bir çocuğun o günlerde neler yaşadığını anlatacaktı.

Anlatıcıya değinemiyorum bile zaten. Hakkında döküp saçmak istediğim onlarca kelime varken büyüyü bozmak istemiyorum. Anlatıcının kim olduğunu kendiniz görün istiyorum. Yahut ne...

Kitabın tasarımı... Bölüm başlarındaki açılmış kitap logosu, bölüm içerisine yerleştirilmiş küçük açıklamalar, pasajlar, çizilmiş resimler... Kendi içinde fazlasıyla orijinal, fazlasıyla ince düşünülmüş bir eserdi. Her biri ayrı ayrı güzeldi benim için. Çok hoşuma gitti.

Bütün karakterler ince elenip sık dokunmuştu resmen. Her biri ayrı ayrı hatırlanabilecek nitelikte özgünlüğe sahipti. Liesel''ın babası, annesi, Rudy, Max... sayamadığım onlarca kişi. Çoğunu unutmayacağım, bunu biliyorum. Yazarın kelimelerle dansı, ortaya koyduğu düşünceleri, gerçeklikleri... Kitapla alakalı o kadar çok şeyden bahsedebilirim ki... Toparlayamam diye korktuğumdan susuyorum.

Kitap Hırsızı bendeki yerini ilk sayfada hazır etmişti zaten, dediğim gibi. Bu kitabı bu denli beğenmemin sebebi kesinlikle konusu değil, kelimeleriydi. Karakterlere yazarın yaşattıklarıydı. Benim için, özel kılan bu noktalar oldu.

Kitabı okuduktan sonra Filmini de kesinlikle izlemem lazım, dedim fakat filmini izlemem biraz zaman aldı. 1-2 hafta sonra falan izlemiştim sanırım. Ve çok garip hissettim. Normalde kitabı okuduktan sonra filmi izlerim ve beğenirim yahut beğenmem. Bu defa film, başladığı andan itibaren tanıdık geldi bana. Liesel'ı ya da babasını gördüğümde gözlerim dolmaya başladı. [Ne var ne yok döktüm ortaya artık, hayırlısı.] Sadece filmini izlerseniz ne olur bilemiyorum, objektif bir yorum yapamam. Fakat ben kitabını okuduğum için filmden de haddinden fazla etkilenmiş oldum. Filmi izleyen kimi insanlar arkadaki sesin ne olduğunu anlamayıp yersiz eleştirilerde bulunmuşlar. Hoş, filmde değinilmedi lakin kitapta da ortaya serilmedi. Siz okudukça anlıyorsunuz ne olduğunu. [Ben ikinci mi üçüncü bölümde mi ne anlamıştım ne olduğunu, çok da şeyapmayın yani.]

Höf, konuştukça konuştum. Alın, okuyun yahu. Ben hiç bu denli şiddetle kitap önermedim sanırım hayatımda. Ben öneririm, beğenmezsiniz; orasına karışamam. Film mi, kitap mı? Kitap, ardından da film. Görmek çok başkaydı benim için.

Övdüm, övdüm, övdüm. Sonuç olarak Ekim ayının favori kitabı oldu benim için. Herkesin kitaplığında geri dönüp okuyacağı yahut bir defa ile sınırlı kalacak olan kitaplar vardır. Bu kitap bir daha okuyacağım kitaplar arasında. [Beklentiyi uçurdum, kaçayım o zaman ben?]

Puanım 5/5.

O kadar çok alıntı vardı ki buraya yazılabilecek... Kitap ile ilgili fazladan bilgi vermemek için almadım buraya. Buyurun:
El ele duruyorlardı. Yaşlar içinde son bir vedayla döndüler ve tekrar tekrar arkalarına bakarak uzaklaştılar. Ben biraz daha kaldım. El salladım. Kimse karşılık vermedi.
Liesel, kelimeleri okuyamayan kitap hırsızıydı. Ama inanın bana, kelimeler yoldaydı ve geldiklerinde, Liesel onlara bulut gibi ellerle tutunup yağmur gibi sularını sıkacaktı.
BODRUM, SABAH SAAT DOKUZ | Vedaya altı saat: "Bir akordeon çaldım, Liesel. Başka birine aitti." Gözlerini kapattı. "Ve ortalığı kırıp geçirdim."
SON İNSAN YABANCI, SAYFA 38 | Caddenin her yerinde insanlar vardı ama boş olsa yabancı bundan daha yalnız olamazdı.
Dünya çirkin bir yahni, diye düşündü. O kadar çirkin ki tahammül edemiyorum.
Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

P.S. Markus Zusak'ın Instagram hesabındaki açıklama kısmına yazdığı yazıyı bırakıyorum şuraya: I wrote The Book Thief, but still not sure how. (Kitap Hırsızı'nı yazdım fakat hâlâ nasıl olduğundan emin değilim.)

11 Kasım 2016 Cuma

Kitap Yorumu | Hiçliğin Kıyısında - J. A. Redmerski (The Edge of Never, #1)

Kitap Yorumu | Hiçliğin Kıyısında - J. A. Redmerski (The Edge of Never, #1)

Hiçliğin Kıyısında - J. A. Redmerski

Tesadüf, yazgıya verilen hayali bir isimden ibarettir...

Yirmi yaşındaki Camryn, alışılmışın dışında bir yaşam tarzı düşlemektedir. Fakat başına gelen trajediler bu yaşamı kendisinden zorla çekip alınca ilk bulduğu otobüse atlayarak varış noktasını bilmediği bir yolculuğa çıkar. Çıktığı bu kendini yeniden keşfetme yolculuğunda, kendisi gibi nereye gideceğini bilmeyen, Andrew Parrish adında biriyle tanışır. Fakat Andrew'un da bazı karanlık sırları vardır...

Andrew yolculukları esnasında Camryn'e kimseye bağlı kalmadan, içinden geldiği gibi yaşama, en derin ve kuytu arzularına teslim olma sanatını öğretir. Ancak Andrew'un ondan gizlediği sır yolun sonunda kendisini beklemektedir. Bu sır ikiliyi bir araya getirebilecek midir, yoksa onları sonsuza dek birbirlerinden ayrılmaya mı mahkûm edecektir?

Merhaba.

Bu yorumu yazmaya çalışmadan evvel yazarın Goodreads hesabına girip kitaplarına bir bakayım dedim. Bir de ne göreyim? Ben daha bu kitabı bitirdiğimde 2.kitaba (Sonsuzluğun Kıyısında) ne kaldı? O kitapta ne anlatılacak? diye düşünüyordum. Hemen ardından The Edge of Never serisinin 2017'de gelmesi planlanan 3. bir kitabı olduğunu gördüm. [The Book of ?] İsmi belli değilmiş henüz. Neyse. Kitabımıza döneyim.

Hiçliğin Kıyısında beklettiğim kitaplar listesinde yerini koruyordu. Özellikle de 2. kitabını görünce. Yaz sonu D&R'da 9.90 indiriminde yakalayınca artık dedim ki: Ne bekliyorsun?


Ve evet, yine kitabın arka kapak yazısı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. [Çok bodoslama mı dalıyorum ben, ne yapıyorum? Neye göre kitap seçtiğimi ben bile bilmiyorum.]

Arka kapakta yazdığı gibi olay Camryn'in sırt çantasını kavrayıp ilk bulduğu otobüse atlaması ile başlıyor. Zaten kişilik ve düşünce olarak da bu fikre oldukça yatkın olduğundan bahsediyor size kendisi. Kafası da dolunca faaliyete geçirmek kalıyor geriye. Nereye gideceğini bilmiyor, ne yapacağını bilmiyor. En son adam akıllı bir işe girmiş haldeydi, alıp başını gidince işinden de ayrılmış oldu tabii. Lakin ne hikmettir ki parasının suyu çekmedi bir türlü. [Bilmiyorum kaçırdığım bir nokta mı oldu? Efendim?]

Andrew Parrish denen gencimiz ile (Nedense yazınca adı çok klasik geldi kulağa, bilemedim.) Camryn otobüste tanışıp yolculuğun kalan kısmını birlikte geçirmeyi kararlaştırdıkları anda tatlı, romantik bir kitap olarak ilerleyeceğini düşünmüştüm halbuki. Çok yanılmışım. Çok da işin büyüsünü kaçırmak istemiyorum lakin töbe estağfurullah bir yere gitti hikaye. [Böyle yazınca da elindeki kitaba karşı gözlerini pörtletmiş halde bakan yaşlı bir teyze tahayyül etti gözlerimin önünde. Arka planda cık cık sesleri...] Elbette şikayetçi olarak söylemedim bunları da... beklemiyordum be Redmerski'ciğim. Biz neler okuduk. [Güya büyüsünü kaçırmayacaktım. Hani alkışım?] Neyse. Sonlara doğru gelişiyor bu tür zaten. Kitap iki ayrı tür gibi bir şeye dönüşüyor böyle olunca. Saçmaladım iyice, devam ediyorum.

Kitapta yer alan parçalar ise ayrı bir konu. Kenara not aldıklarım kadarıyla dinlemenizi tavsiye edebileceğim bir çalma listesi oluşmuştur muhtemelen. [Tuttum seni Andrew diyeceğim ama korkuyorum, çocuğum.]
Kansas - Dust in the Wind
Kansas - Carry on Wayward Son
Rolling Stones - Laugh, I Nearly Died
The Civil Wars - Barton Hollow
Karanlık sırlar... Reklam açısından mı bilmiyorum ama o sırra karanlık sır demek garip geldi bana. Bu sır ile ilgili hoşuma giden en önemli şey klişe olmasına rağmen klişe bitmeyişi idi muhtemelen. Sadece Redmerski, o son sahne ile bitiş sahnesi arasındaki ince bağlantıyı kurmak adına hızlı geçmeseydi, daha iyi olurdu. Biraz ani yaşanmış gibi oldu orası, bana göre.

Sözün özü, su gibi akıp giden bir kitaptı. [Öyle ki post-it takmaya vakit falan bulamadım, unuttum. Dönüp tekrar aramam ve bulmam gerekti, paylaşacağım alıntılar için.] Entrikaların olmadığı, gereksiz yanlış anlaşılmaların bulunmadığı bir kitap okumak isterseniz gidin, alın bu kitabı. İçim bayılıyor şahsen bir raddeden sonra yanlış anlaşılmalardan ötürü ortaya çıkan saçma sapalak durumlardan.

Puanım 3/5. [Goodreads'te ortalaması 4.22 falan. Herkes 5'i yapıştırmış, Allah Allah. Favori denecek kitaplarından birisi bu ise bu insanların... Bana düşmez tabii. Sustum.]

Alıntılara bırakıyor sahayı ve ayrılıyorum:
Önce yağmur suyu gözüne girdi, ama yine de dediğimi yaptı. Ara sıra gözlerini kırpıştırıyor, yağmurdan korunmak için yüzünü yan tarafına saklamaya çalışıyor, bir yandan da hafifçe gülüyordu. Kendini doğruca yukarı bakmaya zorladı, ama bu kez gözlerini kapatıp ağzını hafifçe açtı. Dudaklarını, yağmurun o dudaklarda oluşturduğu minik nehirleri, gülümseyişini, damlalar boğazına kaçınca ürkmesini izledim. Gülümseyerek, kahkahalar atarak sırılsıklam bir halde yüzünü göğsüme gömmeye çalışırken omuzlarının kalkışını seyrettim. Onu öyle çok izledim ki yağmurun yağdığını unuttum.
"Acı, acıdır güzelim." Ne zaman bana 'güzelim' dese söylediklerinin içinde en çok dikkatimi çeken kelime bu oluyordu. "Birinin sorununun diğerininkinden daha az sarsıcı olması, o kişinin daha az acı çekmesini gerektirmez."
Esen kalın, hoşça kalın.

p.s. Eddie'nin Caju aksanı ile konuşmasının çevirisi Ege şivesi gibi olmamış mı yahu?
Benim çok hoşuma gitti.

3 Kasım 2016 Perşembe

Film Önerisi | VOL-İ (WALL-E)

Film Önerisi | VOL-İ (WALL-E)

VOL-İ - Andrew Stanton

Dünya gezegenini terk eden insanlar tarafından unutulduktan sonra, uzun yıllar boyunca yapayalnız yaşayan ve bu süre içinde programlandığı işle (çöp tasnifiyle) uğraşan robot WALL-E, günün birinde EVE adlı çok güzel bir arama robotuyla karşılaşır ve hayatı aniden yepyeni bir anlam kazanır.

VOL-İ, 2008 yapımı 3D animasyon filmi Pixlar Animation Studios tarafından yapılmıştır. Yönetmenliğini daha önce Finding Nemo filmini de yönetmiş olan Andrew Stanton yapmıştır. Filmin ana karakterlerinde hayvan sesi kullanılmamış, bunun yerine Ben Burtt tarafından tasarlanmış olan beden dili ve robotik sesler yer almıştır. Şu ana kadar yapılmış en yüksek maliyetli Pixlar Animation Studios filmidir.

Merhabalar.

Uzun zaman sonra bir film önerisi ile geleyim dedim. Ne önersem, ne önersem diye düşünürken listemdeki VOL-İ ile karşılaştım. İlk anda aklıma gelmemesi hataydı zaten. Kesinlikle önermem gereken bir filmdi çünkü VOL-İ. Fragman için tık tık.

VOL-İ, adını evvelden duymuş olduğum fakat bir türlü izleme fırsatını yakalayamadığım bir filmdi. İzlediğim anda ilk fark ettiğim şey çok geç kalmış olduğumdu. Geç olsun güç olmasın, demişler gerçi.

Animasyon seven sevmeyen herkesi etkileyebileceğini düşündüğüm bir film VOL-İ. Filmde diyalog sınırlı sayıda yer alıyor, insanlar ile ne zaman karşılaşırsanız o zaman. Onun haricinde VOL-İ'nin ve EVE'in sesleri o kadar güzel oturmuş ki. 

Film zaten uzayda geçiyor, bu benim için artı bir puan.

Arka planda gezegenin kurtulması ve neredeyse yüzyıllar boyunca evine adım atmamış, hantallaşmış insanların Dünya'ya nasıl dönecekleri anlatılırken ön planda VOL-İ'nin EVE'in peşinden gitmesi ile yaşananlar filme asıl rengini veriyor.

VOL-İ'nin dünyadaki sahneleri ile başlıyor film. Yapayalnız kalmış bir robot ve yapmaya çalıştığı işe devam etmesini görüyorsunuz. Ve o kadar tatlı ki. (Allah'ım feels geçireceğim artık.) Kendine bir ev kurmuş ve bu çöp tasnifi esnasında bulduğu ilginç şeyleri evine götürmüş VOL-İ bir yandan da.

Ardakalan bir televizyonda izlediği filmde anlatılan aşkı anlamaya çalışan bir robot ile bu esnada karşısına çıkan başka bir robot var asıl olarak. VOL-İ'nin merakı, saflığı ve bağlılığı film boyunca dudaklarımı büzmeme neden olmuş olabilir elbette, neden olmasın? [Şu yandaki gözlere bakar mısınız Allah aşkına?]


Hanım kızımız başta kendisini öldürmeye çalışsa da VOL-İ, EVE'den vazgeçmiyor. Bu durumu bir sahne var orada yeteri kadar iyi anlıyorsunuz zaten. Artık onu hiçbir şekilde bırakamayacağının sinyalini çakıyor diyebilirim.


Tabii sadece bu iki karakter yok filmde. Bir sürü robot ve insandan bahsediyoruz. Robotlardan özellikle şu yandaki şahıs fazlasıyla dikkat çekici. Görevini yapma çabası esnasında ortaya koyduğu tepkiler bana annemi hatırlattı.

Evet, çok konuştum, bence bu kadarı yeterli. Hâlâ ikna edemediysem sizi, üzülürüm. Böyle bir filmi kaçırmanızı istemem çünkü. İki robot arasında yaşanan saf aşkı, bir robot ile bir böcek arasında yaşanan dostluğu (Evet, VOL-İ'nin bir de evcil hayvanı var), insanlığın tekrar Dünya'ya, evine geri dönüşünü izlemek istiyorsanız bir dakika daha beklemeyin. Şahsen benim listemde üst sıralarda yer almakta kendisi.

Hadi, esen kalın, hoşça kalın.