"Gece yarısından sonra zamanın kendine özgü bir akışı vardır. Ona karşı koyamazsın..."
Geceyi uyumayarak geçirenleriniz olmuştur muhakkak. Günümüz dünyasında bedenlerimiz, güneşin varlığına ihtiyaç duymadan, icat ettiğimiz yapay ışıklandırmalar ile gecenin alacakaranlığına meydan okuyarak var olmayı başarabiliyorlar. Bu durum zannedildiği gibi bir fırsat mı orası tartışılır ancak geceyi uyanık geçirmenin ötesinde başka bir durum daha var: Geceyi dışarıda geçirmek.
İşim gereği bir dönem gecelerimi dışarıda geçirdiğim ya da -zannediyorum bir ya da iki defa- karanlığa sokaklarda eşlik ettiğim oldu. (Belli bir saatten sonra dışarıda olmayı sevmediğimi de anlamış oldum böylelikle.) Bu sebepten, kitabın arka kapağında da yazdığı gibi, "gece yarısından sonra zamanın kendine özgü olan o akışını" kast ederken Murakami'nin ne demek istediğini anlayabiliyorum. Deneyimlememiş olsam anlar mıydım ne demek istediğini, emin değilim tabii.
Haruki Murakami'nin adını duymayan kaldı mı bilmiyorum açıkçası. Japon asıllı yazarın bilim kurgu, fantastik ve suç-kurgu türlerini harmanlayan eserleri, daha çok büyülü gerçekçilik unsurları ile öne çıkıyor. En çok bilinen eserlerinden bazıları şunlar: Rüzgarın Şarkısını Dinle (1979), İmkansızın Şarkısı (1987), Sputnik Sevgilim (1999), Sahilde Kafka (2002) ve 1Q84 (2009).
Ben yazarı şahsen duymuş ancak kitaplarını almış olmama rağmen bir türlü okumaya başlayamamıştım. Geçtiğimiz yıllarda kurgu eserlerine el atmadan evvel iki kurgu dışı kitabını okuyup bitirmiş (Mesleğim Yazarlık ve Koşmasaydım Yazamazdım), ikisini de oldukça beğenmiştim. Mesleğim Yazarlık daha yazarlık kariyeri ve tavsiyeleri üzerine odaklanırken Koşmasaydım Yazamazdım, yazarlık kariyeri ile koşu hobisinin paralelliklerini konu alıyor. Tavsiye ederim ikisini de.
Gelelim Karanlıktan Sonra'ya... Kitap, güneşin bile dinlenmesine izin verdiği şehirde dinlenmek yerine çalıştığı ya da uyumamayı tercih ettiği için kendi küçük yaşamlarına devam eden birçok karakterin etrafında dönen, bazı noktalarda bu karakterlerin hayatlarını kesiştiren hikayelerden oluşuyor. Geceyi dışarıda geçirmeye karar vermiş ve soluğu 7/24 açık olan restoranlardan birinde, Bennys'te, almış olan ana karakterimiz Mari -kitapta ana karakter yok gibi ama Mari'ye ana karakter diyebiliriz sanırım- kitap okurken iki yıl önce yazın tanıştığı Takahaşi'ye denk geliyor. Bu tesadüf üzerine iki gizemli karakterimiz oturup konuşmaya başlıyor ve tanıştıkları yazdan, tavuklardaki hormonlardan ve neden gecenin bir vakti dışarıda olduklarından bahsediyorlar.
Bir sonraki bölümde ise -her bölümün başında gecenin hangi saatinde olduğumuzu gösteren bir saat ikonu var- Mari'nin ablası olan Eri'nin odasına geçiyoruz. Eri uyuyor. Ancak odasında farklı bir şeyler var gibi, ne olduğunu ne biz biliyoruz ne gözlemciler. Evet, bütün sahneler bu gözlemciler tarafından anlatılıyor. Kendilerini de şöyle tanımlıyorlar: ."..Biz göze görünmeyen, adsız, davetsiz misafirleriz. Bakıyoruz. Dinliyoruz. Kokluyoruz. Ancak fiziksel olarak o odada olmadığımız için geride izimiz kalmıyor. Deyim yerindeyse geleneksel zaman gezginleriyle aynı kurallara uyuyoruz. Gözlem yapıyoruz ama karışmıyoruz."
3. bölüme geçince yine Bennys'teyiz. Bu sefer Mari'nin yanına bir kadın geliyor ve adını Takahaşi'den duyduğunu, Çince bilip bilmediğini soruyor. (Çince mevzusundan yine Takahaşi bahsetmiş.) Çünkü görev yaptığı Aşk Oteli'nde soyulmuş bir Çinli eskort üstü başı kan içinde yere oturmuş ağlıyor. Kendilerinin de kızla iletişim kurmaları gerekiyor. Mari gidince ve kızla konuşunca öğreniyoruz ki beraber olmak için kızı o otele getiren adam sinirlenip kızı dövmüş, eşyalarını çalmış ve oradan ayrılmış. Başka bir bölüme geçince de o adamın yaşantısını gözlemliyoruz. Aynı şekilde daha başka birçok karakterin de...
"Gözlemciler" sayesinde karakterlerin hayatlarından böyle küçük kesitlere dahil oluyoruz. Bir yerde bir yorum gördüm araştırma yaparken ve çok doğru geldi okuyunca: "Sanki otobüs yolculuğunda denk geldiğimiz birileriyle konuşuyoruz." Tamamen alakasız ve karakterlerin hayatlarının kısa bir bölümüne tanıklık eden gözlemciler gibiyiz biz de. Oradan oraya zıplıyoruz ve ne olduğuna anlam veremiyoruz.
Gece yarısı ile günün ilk ışıkları arasında bu tür yerler, gizlice karanlığa geçit açarlar. Orası, prensiplerimizin hiçbirinin işlemediği yerdir. Bu oyukların insanları ne zaman ve nerede yutacağını veya ne zaman, nerede geri kusacağını kimse öngöremez.
Anlam veremediğimiz ve ucu açık kalan sahnelerin ardında bazı anlamların olduğu da söyleniyor. Yazarı henüz tanımadığım için pek bilmiyorum ama böyle yapmış olması mümkün gözüküyor. Yaşananlar oldukça gerçekken sürrealist unsurlar eklemeden de edememiş Murakami. Bazı noktalar okuyucu için anlamsız ve ucu açıkta kalıyor. Ben kitabın genel tarzından ötürü çok rahatsız olmadım bu durumdan. Hem günümüze hem de başka bir dünyaya ait gibi eser. Tıpkı gece akan hayat gibi aslında. Gece, o günün bir uzantısı ancak dışarıdaki hayat, gündüz olduğundan çok daha farklı akıyor.
Murakami okumamışsanız daha evvel bu kitapla başlamanız doğru olur mu bilemiyorum. Ben bu tarz kesitsel kitapları -o da ne demekse- sevdiğim için sorun olmadı ancak siz daha başı, sonu, ortası olan eserleri tercih ediyorsanız başka kitaplarından başlayabilirsiniz. Okumadığım için henüz öneremiyorum da, siz bakarsınız artık. Sözün özü, böyle sakin sakin okunacak, oldukça dingin bir atmosfere sahip, hoş bir kitaptı benim için. Siz de bu tarz kitapları seviyorsanız bir şans verin derim.
Bir alıntı (Çünkü diğerlerini yukarıda kullandım):
"Ama aralarında belli bir mesafe bırakarak da insanlar birbirlerine yakın olabilirler, öyle değil mi?" diye soruyor Mari. "Elbette" diyor Takahaşi. "Elbette bu da mümkündür. Ancak bir insan için normal olan mesafenin bir diğeri için fazla uzak kaldığı durumlar da vardır."
Esen kalın, hoşça kalın.
0 comments :