Film Önerisi | VOL-İ (WALL-E)

30 Aralık 2017 Cumartesi

Kitap Önerisi | Genç Bir Doktorun Anıları - Mihail Bulgakov

Kitap Önerisi | Genç Bir Doktorun Anıları - Mihail Bulgakov


Merhabalar.

Genç Bir Doktorun Anıları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nın Modern Klasikler Dizisi'nde yer alan 47 numaralı kitap. Mihail Bulgakov'un da okuduğum ilk kitabı. Kendisinin Türkiye İş Bankası Yayınları tarafından çıkarılmış diğer kitapları şunlar: Ölümcül Yumurtalar (1925), Köpek Kalbi (1925). [1925 yazdım ama bu tarih Bulgakov'un bu kitapları yazdığı tarih. Yayımlandığı tarihler ise farklı.] Usta ile Margarita ise en iyi eseri olarak tanımlanıyor, kitap Can Yayınları tarafından dilimize çevrilmiş.

Yazarın döneminde pek kıymeti bilinememiş. Yazılmış bir çok kitabı Sovyet Rusya döneminde yasaklanmış. Bulgakov denince akla gelen ilk şey, kara mizah olmalı. Kendisi Hiciv Ustası olarak da biliniyor. Henüz bir kitabını okuma fırsatım oldu -ve kesinlikle son da olmayacak- fakat tek bir kitabından bile anlayabiliyorsunuz tarzının nasıl olduğunu.

1917 yılında iyi bir dereceyle okulundan mezun olan genç bir doktor, Rusya'nın ücra bir köşesine göreve gönderilir. Devrim zamanındaki Rusya'yı anlatıyor kitap. Savaşın hırçın dalgaları ülkenin bir taraflarını kasıp kavururken doktorumuzun bulunduğu bölgede savaşın dolaylı etkilerine rastlıyoruz.

Doktor falancanın atandığı hastanede 3 kişi var: Demyan Lukiç, Anna Nikolayevna ve Pelageya İvanovna. 2 ebe, 1 sağlık memuru, bir de kendisi. Elinde ise sadece üst dereceyle mezun olduğu okulun diploması ve sınavları vermek adına ezberlediği tonlarca bilgi var. Yaşı genç, toy ve ne yapacağı hakkında gram fikri yok. Daha ilk günden sol bacağı keten tarağına sıkışmış bir kız geliyor. Ampütasyon yapılması gereken. 

Yazarın kendisi de tıp fakültesinden mezun. Bundandır ki bir doktorun, özellikle de yeni mezun olmuş ve bir başına kalmış bir doktorun, neler hissedebileceğini çok güzel anlatmış. Ben de bir şekilde sağlık sektöründe yer alıyorum ve yazdıkları beni bile etkiledi. Sadece doktorları anlatmıyor elbette bu kitap. Yeni mezun olmuşsanız ve iş hayatına atılacaksınız sizi de anlatıyor. Tabii sizin en ufak bir yanlışınızda bir insanı öldürme riskiniz daha az.

Bütün o bilgi yığınını pratiğe döküşü, tecrübe sahibi olmayı, kendi fikirlerini vermek zorunda kalmayı o kadar güzel anlatmış ki. Bunu yaparken sivri dilinden ve mizahından da ödün vermemiş tabii. Kitabı okurken doktor ile beraber geriliyorsunuz, üstüne bir de gülüyorsunuz. İkisi birleşince ortaya çok güzel bir kombinasyon çıkıyor.

Bu güzel kitabın mini de bir dizisi var: A Young Doctor's Notebook. İlk bölümü 2012 yılında yayımlanmış, Daniel Radcliffe ve Jon Hamm'in başrollerini çektiği, İngiliz yapımı bir kara komedi dizisi. Fragman için tık tık. Dizi 2 sezondan, her sezon 4 bölümden, her bölüm de 20 küsür dakikadan oluşmakta.

Şimdi, dizi kitaptan biraz daha farklı. Kitapta genç doktorun yaşlanmış halinden genç halini dinliyormuşuz, daha doğrusu hatırlıyormuşuz gibi bir hava var. Yaşlı hal dahil değil yani olaya. Dizide ise yaşlı hal ile genç halin zaman zaman karşıya geldiğini, diyalog içerisinde bulunduğunu görüyoruz. Başka birkaç değişiklik daha var ama bahsetmeyeyim onlardan. Bunun dışında temele öyle ya da böyle sadık kalmışlar. Okuduktan sonra izlemenizi tavsiye ederim, kesinlikle güzel bir dizi olmuş.

Yalnız.

Dizi ile alakalı küçük bir rahatsızlığım oldu izlerken. Dizi içerisinde bir yerde genç doktorumuzun bir kitap ile alakalı sahnesi oluyor. Kitap ise şu şekilde geçiyor: Türk Erotik Dergisi. Bu Genç Bir Doktorun Anıları kitabında yer alan bir bilgi yahut olay değil. Kitapta böyle bir şey yok, diziye eklemişler. Konuyu tasdik etsin diye eklemişler diyelim hadi, neden Türk Erotik Dergisi diye bildirmişler? Çünkü bu şekilde lanse edilen kitap tıbbi bir kitap, bilgi kitabı. Ama izleyici bunu anlayamıyor haliyle, ben de anlamadım. Araştırınca öğrendim. Böyle bir bilginin bölüm içerisine neden sokuşturulduğunu anlamış değilim. İzleyen olursa ve anlarsa beni bilgilendirsin lütfen. Çok memnun olurum.

Neyse sözün özü, bu kitabı alıp okumanızı tavsiye ediyorum. Bir yerinden elbet sizi yakalayacaktır, dediğim gibi. Bu kitap sadece bir doktoru anlatmıyor, sizi de anlatıyor. Doktor adayıysanız yahut mezun olmaya yaklaştıysanız şiddetle tavsiye ediyorum. Sonra da keyifli bir vakit geçirmek için açın, dizisini izleyin. Her iki oyuncu da -ve diğerleri de- iyi bir iş çıkarmış ortaya. Fazla uzun da değil. Bir günde biter.

Puanım 9/10.

Alıntılar:
Ama ya bir kadını getirirlerse, bir de kadın ters doğum yapacak olursa? Yahut diyelim ki boğulmuş fıtığı olan biri gelirse ne yaparım? Söyleyin lütfen. Kırk sekiz gün önce dereceyle bitirdim üniversiteyi ama derece başka bir şey, fıtık başka...
"köyde büyük tecrübeler kazanılabilir," diye düşünüyordum uykuya dalarken, "fakat okumak, okumak ve daha çok okumak gerek..."
Hayır. Asla, uykuya dalarken bile olsa beni hiçbir şey şaşırtmaz demeyeceğim böbürlenerek. Hayır. Bir yıl geçti, yeni bir yıl daha geçecek ve bu da geçen yıl gibi bir yığın sürprizle dolu olacak. Demek ki öğrenmeye boyun eğmek gerekiyormuş.
Uzaklarda bir yerlerde hayat fırtınalı bir şekilde, hızla devam ediyor; fakat benimse yalnızca pencereme vuran, tıkırdatan ve sonra da hiç fark ettirmeden sessiz kar tanelerine dönüşen yağmur damlalarım vardı.
Yalnızlık önemli, kayda değer düşüncelerdir; derin düşüncelere dalma, sükûnet, bilgeliktir...
Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

29 Aralık 2017 Cuma

Kitap Önerisi | Ermiş - Halil Cibran

Kitap Önerisi | Ermiş - Halil Cibran


Merhabalar.

Tesadüf eseri alışveriş listeme eklediğim Ermiş kitabı sayesinde Halil Cibran'ı tanıma şansım oldu. Öncesinde adını duymamış -ne büyük ayıp benim için şu an- ve kitaplarına da denk gelmemiştim. Geç olsun, güç olmasın demişler tabii.

Halil Cibran, Lübnan asıllı şair, filozof ve ressammış. (Ressam olmasına nedense şaşırmadım, niye bilmiyorum. Ama bu adamın çizmesi gerekiyormuş gibi hissetmişim, öğrendikten sonra fark ettim.) Halil Cibran'ın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından çevrilmiş diğer kitapları şunlar: Meczup (1918), Kum ve Köpek (1926), Ermişin Bahçesi (1931) ve Gezgin (1932).

Çevrilmiş bütün kitaplarını da en kısa sürede almak istiyorum.

The Prophet kelime anlamı ile Peygamber anlamına da geliyor. [Kitabın orijinal adı, The Prophet.] Halil Cibran hayata ve insanlara dair anlatmak istediği ne varsa dayamış döşemiş kitabına. Bunu da öyle güzel, öyle zarif yapmış ki... Halil Cibran bir Hristiyan olsa da inancı normal Hristiyan inancından farklı. Kimileri ana karakterin adının Mustafa olmasından ötürü kahramanın Hz. Muhammed (s.a.v.) olduğunu, kimileri de kitap içerisindeki metinlerin bazı İncil ayetleriyle benzer olduğunu iddia etmiş. Benim kafam ise karışık.

Kitabı kaldırdım bir köşeye, daha bir çok kez okunmak üzere. Çünkü tek seferde anlaşılabilecek bir kitap değil. Bazı cümlelerinin anlamını kavrayamıyorsunuz ilk okuyuşunuzda. Ermiş, Halil Cibran için de çok önemliymiş anlaşılan. Kendisi şöyle demiş:
Lübnan'da bu kitabı yazmayı ilk kez tasarladığımdan beri, bir tek günüm bile Ermiş'siz geçmedi. Kitap benim bir parçam haline gelmiş gibiydi. Metni yayıncıma teslim etmeden önce tam dört yıl elimde tuttum. Çünkü emin olmak istedim, içindeki her sözcüğün kendimden verebileceğim en iyi sözcük olduğundan emin olmak istedim.
Kitabı okudum ama benim için bu kadar farklı bir yerde olmasını sağlayan şey sadece kitabın kendisi değil. Bu kitabın bir de 2014 yılında Roger AllersTomm MooreNina Paley ve diğerleri tarafından yönetilmiş bir drama/animasyon filmi de var. Fragmanı için tık tık. İlk önce çiziminden ve animasyon tarzından ötürü bir ön yargıyla yaklaşmıştım filme. Çok büyük bir hata yapmışım. Şu anda en sevdiğim animasyon filmleri listesinde üst sıralarda yer alıyor kendisi. İzlemenizi kesinlikle tavsiye edeceğim bir film. Ama önce kitabını okumalı, ardından filmini izlemeli. O zaman kitabın temeli daha bir sağlamlaşıyor çünkü.

Ben normalde şiiri okumaktan çok dinlemeyi severim. Dinlediğim -özellikle de güzel seslendirilmiş- şiirler, benim için ayrı bir yere sahip oluyor her zaman. Bu sebepten de kitabı okuduktan sonra filmini izlemek aynı etkiyi yarattı bende. Çizimleri, animasyonları, çizimlerin altında yatan anlamları... Çizim şöleni gibiydi, tam anlamıyla bahsetmem gerekirse. Mest oldum izlerken. Kitabı benim için belli bir yerden alıp tepelere falan taşıdı.

Bir şans verin. Kitaba, ardından da filme.

Çok konuştum. Yazdıkça uzuyor yazı, çok da sıkılmanızı istemiyorum. Sözün özü, Ermiş kitabını alın, okuyun. Sonra zaten diğer kitaplarına da bir göz atmak isteyeceksiniz. Sindire sindire okuyun, kaldırın bir köşeye arada sırada alıp tekrar tekrar okuyun. Ama bir şekilde okuyun.

Puanım 8/10.

Alıntılar:
Mısır demetleri gibi derer sizi aşk. Harman yerinde dövüp çırılçıplak bırakır. Kabuklarınızı elemek için kalburdan geçirir. Apak edinceye kadar öğütür sizi. Yumuşayana kadar yoğurur; sonra da atar kutsal ateşine, Tanrı'nın kutsal şölenine kutsal ekmek olasınız diye.
Çünkü mal mülk, bir gün gerekeceği endişesiyle alıkoyup sakladığınız şeylerden başka nedir?
Hayatı çalışmak yoluyla sevmek hayatın en derin sırlarına ermek demektir. Fakat eğer ıstırap çekerken doğduğunuz güne lanet edip bedeninizin yükünü taşımayı alnınızın kara yazısı sayıyorsanız o zaman size cevabım şudur: Yazılanı silecek olan sadece alın terinizdir. 
Kötülük yapan birinden, sizlerden biri değil de size yabancı biriymiş, dünyanıza giren yabancı bir misafirmiş gibi söz ettiğinizi sık sık duydum. Fakat ben derim ki evliyalar ve adil kişiler nasıl her birinizin içindeki en yüksekten daha yukarı çıkamazlarsa kötüler ve zayıflar da sizlerin içindeki, o en alçak noktadan daha aşağıya inemezler.
...Yasa koymaktan haz alıyorsunuz. Ama onları çiğnemekten aldığınız haz daha fazla. 
Esen kalın, hoşça kalın.

25 Aralık 2017 Pazartesi

Kitap Önerisi | Sineklerin Tanrısı - William Golding

Kitap Önerisi | Sineklerin Tanrısı - William Golding

Merhabalar.

Sineklerin Tanrısı, William Golding'in 1954 yılında yazdığı alegorik bir roman. Aynı zamanda Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Modern Klasikler Dizisi'nin de ilk kitabı. [Nedir, Alegorik Roman? Kısa tabiriyle Kahramanların sembollerle ifade edildiği roman türü, denebilir sanırım.] Dilimize Mina Urgan tarafından çevrilmiş. Çeviride yer yer dilimize oturmayan ve bizdeki karşılığına yer verilmemiş yerler (bknz. inç) vardı elbette ama zamanına mı vermeli bunu, bilemiyorum. Yazarın dilimize Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından çevrilmiş diğer kitapları da şunlar: Kule (1964), Piramit (1967), Serbest Düşüş (1959) ve Çatal Dil (1995). Bir de Sel Yayıncılık'ın çevirdiği Deniz Üçlemesi Serisi var: Geçiş Ayinleri (1980), Yan Yana (1987) ve Aşağıdaki Yangın (1989).

İki tane de filmi var bu arada; biri 63, biri 90 yapımı. Ben 63 versiyonunu izledim, diğerine şöyle bir göz gezdirdim sadece. Aslına uygun olan 63 yapımı, siyah-beyaz film. Fragmanı hemen şurada. 

William Golding'in Sineklerin Tanrısı kitabı, Robert Michael Ballantyne'in Mercan Adası'na bir eleştiri olarak yazılmış. Mercan Adası'nda okyanusa açılan bir gemi, fırtınaya yakalanarak parçalanır ve mercan adasına sürüklenir. Yalnızca üç kişi kurtulur: Ralph, Jack ve Peterkin. Ballantyne romanında vahşeti uygarlık dışı bir olgu olarak yansıtırken Golding, bu vahşetin uygar insanın doğasında yer aldığını gösterir, Sineklerin Tanrısı'nda.

Bizim kitapta da olay benzeri bir şekilde gelişiyor ancak sürüklendiği nokta çok farklı bir boyutta. Atom savaşı sırasında yola çıkan bir uçak ıssız bir adaya düşer ve uçaktan sağ salim kurtulan büyük küçük bütün çocuklar bu ıssız adada mahsur kalır. Yetişkinlerin ve kuralların yokluğu çocukların dikkatini cezbeden ilk şeydir. Ateş yakmaya, hayvan avlamaya, barınak kurmaya çalışırlar; bir yandan da oyun oynarlar. Ama grup içerisindeki çatışmalar ve istekler dozunu arttırınca kitle bölünür. Bir taraf adadan kurtulmak adına bir şeyler yapmaya çalışırken diğer taraf avlanmak, kabile kurmak ve adanın keyfini çıkarmak ister. Lakin bu süreç hiç de sakin ve barışçıl geçmez.

William Golding'in olayı, karşıt bir bakış açısıyla ele almasını sevdim. Ama düşüncelerine hak veriyor muyum, ondan emin olamıyorum. Ballantyne adaya düşen üç çocuğun bir uygarlık kurmasını konu alırken Golding, bir grup çocuğun kendi hırslarına ve isteklerine boyun eğmesi sonucu kendilerini nasıl bir bataklığa sürüklediğine yer veriyor eserinde. Peki bu durum Golding'in anlatmaya çalıştığı gibi içimizde yer alan vahşetin ve başına buyrukluğun bir göstergesi mi? Daha doğrusu bu, herkeste yer alan bir şey mi?

Kimi grup bir an önce adadan kurtulmaya, ihtiyaçlarını ve önceliklerini organize etmeye kimi grup da sadece içinden geldiği gibi hareket edip gücün ve deyim yerindeyse diktatörlüğün keyfini sürmeye adar kendisini. Bir grup, vahşeti tercih ederken diğer grup tercih etmiyor. Mercan Adası'nda yer alan üç çocuğun da bizim vahşeti tercih etmeyen gruptan olma ihtimallerini yok sayamayız. Bu durum Mercan Adası'nı çok optimist yapmıyor lakin Ballantyne'in vahşeti uygarlık dışı sayması, maalesef ki yapıyor. Hepimizin içinde saklı bir yerde duran, uykuya dalmış yahut karış karış dolaşan bir vahşet var. Ne kötü insanları ayrı bir yerde konumlandırabiliriz bizden, ne de iyi insanları. İki taraf da biziz, iki taraf da olabiliriz.

Karakterleri ve çocukların diyaloglarını da çok yerinde buldum. Golding çocuklar nasıl sohbet eder, nelerden konuşur falan bunları oldukça iyi yansıtmış. Yer yer ana karakter Ralph'in düşünceleri fazla yaşının üstü gibi gelse de bir yerde anlamıyor da değilim yazarı. Anlatmak istediği bir şeyler var ve ortamda bir yetişkin yok. Dolayısıyla olaylara yetişkin gözüyle bakabilecek bir bakış açısı da yok. Bu sorumluluğu da ana karakterimiz Ralph'e ve Domuzcuk'a yüklemiş.

Benzer bir durum Kafka'nın Dönüşüm'ünde de var. İnsan yeri geliyor bir ot olmayı yahut bir hayvana dönüşebilmeyi canı gönülden istiyor. İşlerinden, kararlarından, yaşadıklarından o kadar bunalıyor ki o şekilde yaşayabilmeyi, sorumluluklarını giysilerinin üzerinde bırakarak bir hayvan bedenine hapsolabilmeyi diliyor. Sineklerin Tanrısı'nda yer alan bir diğer olgu da bu sanırım. Sorumluluklardan ve uygarlığın üstümüze yüklediği kurallardan sıyrılıp canımızın istediği gibi yaşama arzusu.

Basitlik.

Sayfalara yayılan betimlemeleri yer yer sizi sıkabilir belki ama ben okumanızı tavsiye ediyorum. Hiç değilse bu konuyu sorgulayabilmeniz ve iki tarafı da dengeli bir şekilde karşılaştırabilmeniz için. Bakalım, Golding'e mi hak vereceksiniz, Ballantyne'e mi?

Puanım 9/10.

Alıntılar:
Ralph, şefin oturduğu yere doğru ilerledi. Böylesine geç vakit toplantı yaptıkları hiç olmamıştı. Buranın şimdi farklı görünmesi bu yüzdendi. Öteki toplantılarda, yeşil damın alt kısmı, karmakarışık altınımsı yansımalarla aydınlanır ve yüzler aşağıdan ışık alırdı. Ralph'a, sanki elinde bir elektrik feneri tutuyormuş gibi gelirdi bu. Ama şimdi güneş ışınları kayayı yandan aydınlatıyordu ve nerelerde olmaları gerekirse oradaydı gölgeler. Ralph, yabancısı olduğu derin düşüncelere daldı yeniden. Eğer bir yüz, üstten ya da alttan ışık aldığına göre değişiyorsa neydi bir insan yüzü? Her şey neydi?
Bu dalga dalga inip kalkışı uzun süre seyreden Ralph'ın beyni, denizin insanlara yabancı uzaklığıyla uyuşur gibi oldu. Sonra, bu engin suların neredeyse sonsuz olduğunu düşünmek zorunda kaldı. Bu sular, çocukları dünyadan ayırıyor, karşılarına bir engel gibi dikiliyordu. Adanın öteki yanında, öğleyin hayal görüntülerine sarılarak, sessiz lagünün kalkanıyla korunarak kurtulabileceğinizi düşleyebilirdiniz. Ama burada, okyanusun bu akıldan yoksun duyarsızlığı karşısında, millerce uzanan bölücü suların önünde, eliniz kolunuz bağlanır, çaresiz kalır, mahkûm olduğunuzu bilirdiniz...
"Deni kabuğunu öttür, Ralph." Domuzcuk öyle yakındı ki Ralph, gözlüğündeki tek camın parıltısını görebiliyordu. "Ateş sorunu var. Anlamıyorlar mı bunlar?" "Sert olmalısın şimdi. İstediğini yaptır onlara." Ralph, bu öneriyi incelercesine dikkatle konuştu: "Eğer ben denizkabuğunu öttürür, onlar da gelmezse o zaman işimiz tamam. Ateşi koruyamayız. Hayvanlara döneriz; hiçbir zaman kurtulamayız."
Esen kalın, hoşça kalın.