Film Önerisi | VOL-İ (WALL-E)

20 Ocak 2018 Cumartesi

Kitap Önerisi | Çavdar Tarlasında Çocuklar - J. D. Salinger

Kitap Önerisi | Çavdar Tarlasında Çocuklar - J. D. Salinger

Merhabalar.

Çavdar Tarlasında Çocuklar, eski adıyla Gönülçelen, ilk olarak 1951 yılında yayımlanmış ve kendisi, J. D. Salinger'ın en çok ses getiren kitabı. Yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından dilimize çevrilmiş 2 kitabı daha var: Dokuz Öykü (1953) ile Franny ve Zooey (1961). 2010 yılında vefat eden yazar, kitabı yayımladıktan sonra münzevi bir hayat yaşamayı tercih etmiş. Kendisi kabuğuna çekilmeyi tercih etmiş lakin eseri aynı şeyi düşünmemiş gibi gözüküyor.

Bir dönem ABD’sinde en çok sansürlenen kitaplardan biri olmuş, Çavdar Tarlarsında Çocuklar. Bu da yetmemiş 2 tane suçluyu, suç girişimleri sırasında Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabı ile yakalamışlar ya da kitap evlerinde bulunmuş. Neticede kendi dilini oluşturmuş Salinger kitapta. Şu anda alışık olduğumuz ancak yayımlandığı yıllarda pek de popüler olmayan bir dilmiş bu. 

Kitap 1951 yılında basılmış olmasına rağmen günümüz Amerika’sına o kadar da uzak değil. Birçok ünlü aktör tarafından denenmesine rağmen de bir türlü beyaz perdeye uyarlanamamış. Zaten Salinger filminin çekilmesini de açıkçası pek istememiş. Vakti zamanında öykülerinden bir tanesi uyarlanmış ve kendisi sonuçtan pek memnun kalmamış anlaşılan.

Ancak.

2017'nin Eylül'ünde yayımlanmış bir tane film var: Rebel in the Rye. Drama-biyografi dalındaki bu film, yazarımız J. D. Salinger'ı konu almakta. Henüz izleme fırsatına erişemedim fakat en kısa sürede izlemeyi düşündüğüm filmlerden birisi. Yazarı daha yakından tanımak istiyorum çünkü. Fragmanı da hemen şurada.

Kitap temel olarak ergenlik çağındaki Holden Caulfield'ın okuldan kovuluşundan itibaren Noel gecesine kadar geçen süre zarfı boyunca yaşadıklarını konu alıyor; teknik olarak üç gün. Bu süreç boyunca kafeye de gidip oturuyor, gece kulübüne de. Bir uçtan bir uca dolanıyor kitap mekan ve süreç olarak.

Kitabın anlatmak istediği şey çok güzeldi aslında. İnsanların ve yaşananların sahteliğini erken yaşta fark etmiş, Caulfield. Bu da yaşıtlarından farklı bakmasına sebep oluyor, olaylara yahut insanlara. Masumiyet ve dürüstlük ise istediği tek şey. Bu sahtelik ve boşluk kimlik bunalımı yaşamasına neden oluyor bir yerde. Okulunu sorguluyor, yaşadığı yeri sorguluyor, geleceğini, işini sorguluyor. Bütün bunları kardeşi Phoebe ile aralarında geçen diyaloglardan temiz bir şekilde görebiliyorsunuz.

Kitap asıl kendi dilinden -İngilizce- okunmalı sanırım, eğer okuyabiliyorsanız. Çünkü asıl tadı o zaman alınabilirmiş gibi. Çünkü bizim dilimizde okuyunca çocuğa dublaj yapılmış gibi geliyor ister istemez. Fazla havada kalıyor lafları ve düşünceleri. Ben, eğer imkanım olursa bir de kendi dilinden okumayı planlıyorum. Çünkü kitabın asıl olayı dili. Günümüzde aşina olduğumuz ancak kitabın yazıldığı tarihte bir ilki başaran Salinger'ın dili.

Bana önermemişlerdi okulumda lakin umarım size önermişlerdir ve okumayı düşünüyorsunuzdur. Bazı kitapların yaşı var zira. Kitabın çok pohpohlanmasından ötürü okuyup hayal kırıklığına uğrayan, "Bu ne ya, balonmuş!" diyen de çok kişi var. Ben beklentinizi yükseltmiyorum ve okursanız güzel olur, diyorum. Ama okumasanız ne kaybedersiniz bilmem.

Muhtemelen hiçbir şey.

Puanım 8/10.

Alıntılar:
Hayatta karşılaşabileceğiniz en felaket yalancı benimdir herhalde. Rezalet bir şey. Yani, bir dergi almak için gazeteciye gidiyorken bile, biri bana rastlayıp nereye gittiğimi sorsa gözümü kırpmadan operaya gittiğimi söylerim. Felaket bir şey. Bizim Spencer'a spor salonundan öteberimi almaya gideceğimi söylerken de palavra atıyordum. Ben o spor salonunda günahımı bile bırakmazdım.
Buyrun işte; bu da beni acayip hasta eder yani. Siz kompozisyon yazmada iyisinizdir, birileri de kalkar, böyle noktalardan, virgüllerden söz eder. Stradlater bunu hep yapardı zaten. Kendisinin yalnızca noktaları, virgülleri yanlış yerlere koyduğundan kompozisyonda  iyi olmadığını sanmanızı isterdi. (...) Tanrım, bu zevzekliklerden nasıl da nefret ederim.
(...) Ama o müzedeki en iyi şey, her şeyin yerli yerinde kalmasıydı. Hiç kimse kıpırdamazdı yerinden. Oraya yüz bin kez gidebilirdiniz, o Eskimo hâlâ daha yeni iki balık tutmuş gibi olur, kuşlar hâlâ güneye uçar, geyikler o narin bacakları üstünde o narin pınardan su içer ve göğüsleri görünen o Kızılderili kadın battaniyesini dokurdu. Kimse değişmezdi. Değişen tek şey siz olurdunuz. Çok büyümüş olmanız filan değil demek istediğim. Tam olarak o değil yani. Yalnızca değişmiş olurdunuz.
(...) Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.
Esen kalın, hoşça kalın.

18 Ocak 2018 Perşembe

Kitap Önerisi | Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat - Stefan Zweig

Kitap Önerisi | Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat - Stefan Zweig


Merhabalar.

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, Stefan Zweig'ın sayısız öykü kitabından sadece biri. 1925 yılında yayımlanmış. Diğer kitaplarını da sıralamak isterdim ama o kadar çok ki bitmez gibi geliyor. Nasıl olsa blogda her birine yer vereceğim ilerleyen günlerde.

Kitabımızın bir de filmi varmış, 2002 yılı Fransa yapımı. Laurent Bouhnik'in yönetmenliğini yaptığı 24 Hours in the Life of a Woman filminin fragmanına hemen şuradan ulaşabilirsiniz. Tanıdık bir yüz de var filmde, kimileri için. [Game of Thrones'un Jamie'si, Nikolaj Coster-Waldau.]

Kitap bana istemsizce Zweig'ın Satranç kitabını anımsattı: Yine bir dinleyici ve anlatıcı var. Tutkuyu saf haliyle ele almış ve -her zamanki gibi- kelimelerle dans ederek çok güzel bir hikaye koymuş ortaya. Güzel diyorum çünkü kitap anlatmaktan ziyade sormak istiyor. Sizin doğrularınızı sorguluyor ve bu konuda da oldukça başarılı.

Kaldıkları otelde aynı ortamda bulunan bir grup insanla beraber anlatıcımız ve Mrs. C. masada dönen tartışmaya dahil oluyor ve tartışma da kaba haliyle şöyle: Bir kadın, kocasını bırakıp bir adam ile beraber kaçıyor, hem de daha yeni tanıdığı bir adamla. Masada dönen muhabbetin ana konusu da şu şekilde: Siz bu durumu ahlaki açıdan doğru buluyor musunuz?

Siz, bu durumu ahlaki açıdan doğru buluyor musunuz?

Adamın cevabı ise ana kahramanımızı (Ana kahramanımız diyorum çünkü Bir Kadın diyerek bahsedilen kişi, Mrs. C.) çok etkiliyor. Ve müsait bir vakit yakaladıkları anda da kadın, adama hikayesini anlatıyor. Bahsedilen Yirmi Dört Saat de bu hikayenin süresi. Adamın vasıtasıyla kadının hikayesini dinliyorsunuz siz de. Zweig anlatıcımızı aradan çıkarıyor ve -yer yer varlığından haberdar etmek dışında- dinleyici konumuna sizi koyuyor.

En basit haliyle olayı size aktarıyor.

Anlatılanın genelinde çok büyük bir hadise yok. Kitabın asıl yaptığı şey ise dediğim gibi sorgulamak. Değer yargılarınızı, ön yargılarınızı sorguluyor.

Size göre doğru ne, yanlış ne?

Bir insanı hiç dinlemeden kolaylıkla yargılar mısınız yoksa işin aslını öğrenmeye mi çalışırsınız?

O masada siz olsaydınız söyleyeceğiniz sözcükler neler olurdu?

Yıllar evvel tanıştım Zweig ile. O vakitler bu kadar popüler değildi. Uzun cümleler kurma konusunda muazzam başarılı bir yazardır kendisi. 'Writer's Block' denen şeyi yaşadığım dönemde bana o kadar iyi gelmişti ki... Ayrı bir yeri var bende kendisinin, düşüncelerinin. Şimdi görüyorum her yerde neredeyse, herkes okuyor. Bu da beni mutlu ediyor. [Biraz da kıskanıyorum tabii, adam tapulu malım sanki. Ben de ayrı bir sorunluyum.]

Stefan Zweig okuyun ya.

Kesinlikle pişman olmazsınız.

Olduğunuzu düşündüğünüz anda kitabını demlenmeye bırakın, aylar yahut yıllar sonra bir kez daha okuyun. Fark yarattığını göreceksiniz.

Puanım 8/10.

Alıntılar:
...Bekleyişlerinin, uzanışlarının ve duraksayışlarının tarzına göre her şey bu ellerde görülür: Açgözlüyü elini pençe gibi kullanmasından, har vurup harman savuranı her şeye boş veren elinden, tedbiri elden bırakmayanı sakin, şüpheciyi titreyen eklemlerinden tanırsın; parayı ister buruştursun, ister sinirli sinirli parçalara ayırsın, isterse de devir sırasında tükenmiş halde yorgun avcuyla masaya koysun, yüz farklı karakter parayı tutarkenki halinden kendini şimşek gibi belli eder.
...Ben hiç, doğaya düşen ışık ve gölge gibi tüm renklerin ve duyguların sürekli değişim halinde hızla belirdiği o yüzü seyrettiğim kadar büyük bir heyecanla tiyatroda bir oyuncunun yüzünü seyretmedim. Ben hiç, kumar oynayan yabancı birinin bu heyecanıyla tüm benliğimle empati kurmadım.  
Esen kalın, hoşça kalın.

15 Ocak 2018 Pazartesi

Kitap Önerisi | Dr. Jekyll ile Bay Hyde - Robert Louis Stevenson

Kitap Önerisi | Dr. Jekyll ile Bay Hyde - Robert Louis Stevenson

Merhabalar.

Dr. Jekyll ile Bay Hyde, Modern Klasikler Dizisi'nin 62. kitabı. Türkiye İş Bankası Yayınları yazarın bir de Define Adası (1882) kitabını çevirmişler dilimize.

Kitabın 2015 yapımı bir dizisi var: Jekyll and Hyde. Onun fragmanını izlemek isterseniz de sizi şuraya alıyorum. Tom Bateman, Donald Sumpter ve Stephanie Hyam gibi isimler yer alıyor kadroda.

Bir adet de çizgi romanı var, NTV Yayınları tarafından 2010 yılında yayımlanmış. 128 sayfa kendisi ve fiyatı da oldukça makul. Kitabın iç sayfalarına kısaca göz atmak isterseniz Kitapyurdu sitesinde bulunuyor, o da hemen şurada. Hemen kitap kapağının altındaki İç Sayfalara Gözat yazısına tıklamanız yeterli. Bir de çizgi filmi var tabii. 1988 yılında TRT 1’de yayımlanmış. İzlemek isterseniz kısa versiyonu şurada. Filmi de internette bulabilirsiniz, YouTube'da orijinal hali var tercih ederseniz.

Filmlerinden bahsedeyim dedim ve karşıma çıkan sonuçlardan sonra vazgeçtim. O kadar çok uyarlama var ki aynı yahut farklı ad ile. Hangi birine yer vereceğimi bilemediğimden sizi arama motoruna davet ediyorum. [Bir oyun için hazırlanmış şu animasyon da aklıma ister istemez Hulk'ı getirdi. Oyunu bile çıkmış, varın siz düşünün.]

Yazarımız Dr. Jekyll’ı ve Bay Hyde’ı rüyasında görmüş, ardından da kaleme almış 1885 yılında. Dr. Jekyll’ı ve Bay Hyde’ı rüyada görmek nasıl olurdu, bilemiyorum. Ben de görsem muhtemelen ben de yazardım.

Kitap temel olarak Split Personality’i konu alıyor. Bu günümüzde filmlerde, kitaplarda ve dizilerde defalarca kez işlenmiş olsa da 1885 yılında hali vakti nasıldı, bilemiyorum. Ama bu meseleye bizim kadar alışık olmadıkları tahmin edilebilir herhalde. Sonunda ne olacağını –neredeyse- bilmeme rağmen yine de Acaba? dedim durdum sürekli. Bu benim için önemli bir özellik.

Kitap, Çevirmenin Önsözü kısmını geçersek, Avukat Bay Utterson ile Bay Enfield'ın bir Pazar yürüyüşüne çıkması ile başlıyor. Bu iki adam yürürken bir eve denk geliyorlar ve Bay Enfield evi gösterip bir hikaye anlatıyor. Hikaye şu: Bir gece yürüyüşe çıkmışken, sabah üçe karşı, bir olaya tanıklık ediyor. Ufak tefek bir adam ile sekiz-on yaşlarında bir kız köşe başında çarpışıyorlar. Ama asıl olay çarpışmadan ziyade bu ufak tefek adamın sanki bu çarpışma hiç yaşanmamışçasına sakin bir tavırla hızlı bir şekilde ilerlemeye devam etmesi. Bizim Bay Enfield de bunun üzerine peşinden koşup adamı yakalıyor ve küçük kızın çevresinde toplanmış kalabalığın yanına getiriyor. Herifi sıkıştırıyorlar bir şekilde; adam da para verme önerisinde bulunuyor ve beraber bir eve, Pazar yürüyüşleri sırasında iki adamın denk geldiği o eve, gidiyorlar. Adam içeri giriyor, çok geçmeden de elinde bir çek ile dışarı çıkıyor.

Ama çekin sahibi kendisi değil.

Avukat Bay Utterson, Bay Hyde'ı bu olay sayesinde Bay Enfield'ın anlatımı ile tanıyor. Kendisi Dr. Jekyll'ın da avukatı. Ve Dr. Jekyll'ın vasiyetinde de eğer ortadan aniden kaybolursa ve kendisinden haber alınamazsa bütün mal varlığının Bay Hyde'a aktarılması koşulu var. Bu iki olay birleşince Dr. Jekyll ile Bay Hyde arasındaki ilişki çok geçmeden açığa çıkmak durumunda kalıyor.

Gerçi bu olaylar olmasa da çıkacaktı muhtemelen, orasına girmeyeyim.

Kötülük çekici ama kaldırılamayacak kadar da ağır. Stevenson, iyilik ve kötülüğün arasındaki çizgiyi oluşturan o zinciri kırmış ve parçalarını her iki tarafa da eşit olarak dağıtmış gözüküyor. İnsanın içinde yer alan iyilik ile kötülüğün bu denli keskin oluşu ve tepeden tırnağa her yerine bulaşması durumunu çok beğendim ben.

Kitap bir güzel soruyla da baş başa bırakıyor bizi: Nefsimizin isteklerini bir şekilde yerine getirirsek iyi tarafımızı huzura kavuşturabilir miyiz?

Okuyun ve cevabını bir de kendiniz düşünün.

Puanım 8/10.

Alıntılar:
Soru sormak konusunda çekingen davranıyorum, çünkü sormaya başlayınca son yargı gününün havası çöküyor ortalığa. Bir soru soruyorsun, bir taş atmış oluyorsun. Sükunetle bir tepede oturuyorsun ve taş gidiyor, başkalarını harekete geçiriyor. Ve sonra da yaşlı bir kuş kendi arka bahçesinde kafasına bir taş yiyor.
İşte bu yüzden elimdeki yeni güç bana o kadar çekici geldi ki, sonunda onun kölesi oldum.
Günahların birincisiysem, acı çekenlerin de birincisiyim. 
Söylediklerimle yaptıklarım tamamen farklı olsa da hiçbir şekilde asla ikiyüzlü olmadım. İçimde barındırdığım iki kişilik de tamamıyla gerçekti.
Yok, hafiflemiyor çekilen azap ancak, katılaşıyor ruhumuz, katlanıyor.
İstirahatin en büyük düşmanı huzursuz bir vicdandır.
Esen kalın, hoşça kalın.