Film Önerisi | VOL-İ (WALL-E)

31 Temmuz 2018 Salı

Kitap Önerisi | Otomatik Portakal - Anthony Burgess

Kitap Önerisi | Otomatik Portakal - Anthony Burgess


Merhabalar.

Anthony Burgess ile ne kadar geç tanışmışım ben yahu? Utandım şu an kendimden. Siz benim kadar geç tanışmayın kendisiyle. Okuduğum ilk kitabı -doğal olarak- Otomatik Portakal'dı ama birkaç kitabı daha çevrilmiş dilimize, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından. Onlar da şunlar: Doktor Hastalandı (1960), Bir Elin Sesi Var (1961), Mozart ve Deyyuslar (1991). Çevrilmemiş kitapları da var, onlar da yakın zamanda çevrilirler zaten. En kısa zamanda alıp okumayı planlıyorum ben de.

Yönetmenliğini Stanley Kubrick’in yaptığı, 1971 yılında yayımlanmış bir filmi de var, Otomatik Portakal'ın. Malcolm McDowell, Patrick Magee ve Warren Clarke gibi isimler yar alıyor başrollerde. Kendisi aynı zamanda Cinnet (The Shining), 2001: Bir Uzay Destanı (2001: A Space Odyssey), Dr. Garipaşk (Dr. Strangelove), Full Metal Jacket, Lolita, Yapay Zeka gibi sinema dünyasında önemli yer edinmiş filmlere de imza atmış bir yönetmen. Bir göz atmanızı şiddetle öneririm. 

Otomatik Portakal adını bir deyişten alıyormuş: Queer as a clockwork orange. Bu deyiş de "olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi" anlamına geliyormuş. Yazar kitabın içerisinde bir yerde de değiniyor kitabının ismine. O sahne de hoş olmuş bence, kurgu dünyası ile gerçek dünyanın bağlanması açısından.

Anthony Burgess ve hamile eşi altmışlı yıllarda -kitapta geçen türde- bir serseri saldırısına maruz kalmışlar. Genç kadın olay sonrasında bebeğini düşürmüş ve alkolizme yenilerek yaşamını yitirmiş. Kitapta da bir adet yazarımız var ve yazar da buna benzer bir olay yaşıyor. Yazarın üzerinde çalıştığı kitabın ismi de Otomatik Portakal. [Kıps.]

Kitap distopya türünde, her ne kadar bunu öyle çok fazla hissettirmese de. Günümüz distopya romanları gelmesin yani hemen aklınıza, o tarz bir kitap değil, Otomatik Portakal. Distopik bir dünyadan çok distopik ögeler çarpıyor gözünüze.

Ana karakterimiz Alex. Alex kelime anlamıyla Kanunsuzluğu ifade ediyormuş: A (olumsuzluk hali) – lex (Kanun). Çete arkadaşları ile beraber dört kişiler ve olabilecek bütün şiddet yöntemlerine eğilimliler, hırsızlıktan tecavüze kadar. Lise öğrencisi Alex; gündüz okula gidiyor, gece sokaklarda çetesi ile beraber deyim yerindeyse dehşet saçıyor. Ta ki bir olaya kadar... Olaydan sonra Alex yakalanıyor ve hapishaneye götürülüyor. Bir süre orada kaldıktan sonra yeni keşfedilmiş bir tedavi yöntemini kabul ediyor ve hapishaneden çıkarılarak hastaneye götürülüyor. Kitap burada ikiye ayrılıyor; hastaneden öncesi ve hastaneden sonrası olarak. Bu yeni yöntem ise Pavlov'un Köpeği Deneyi'ni temel alıyor ancak bu defa deney bir köpeğe değil, insana uygulanıyor. [Deneyimsel tiksinti tekniği, diye de geçiyor.]

Kitabı okurken yer yer Bu ne ya, dikizlemek ne demek? falan diyebilirsiniz. Sürekli tekrar edilen ve günlük hayatta kullanmadığımız bazı kelimeler var. Bu çevirmenden kaynaklanmıyor elbette, sorumlumuz tamamen Burgess Bey. Çete, kendi aralarında ürettikleri Rusça kökenli ‘Nadsat’ dilini konuşuyor. Kasıtlı olarak yapılmış bir şey yani.

Yazar aslında şiddet eylemlerinin normalleştirilmesini eleştiriyor kitabında. Şiddet ögesinin bu denli ön planda olması, desteklediği ve normalleştirmeye çalıştığı anlamına gelmiyor kesinlikle. Kara mizah zaten had safhada. Çok yalın bir kitap, neyi anlatmak istiyorsa dosdoğru anlatmış. Bu tarz ögelerden rahatsız falan oluyorsanız eğer, ey kardeşlerim, kitabı bir kenara bırakmanızı tavsiye ederim. [Alex'in sürekli 'kardeşlerim' demesi benim nedense çok hoşuma gitti.]

Ve en önemlisi kitap bir klasik olduğundan mütevellit size şunu sorgulatıyor: İyi mi, kötü mü? İyi bir insan olmamız mı gerekiyor, kötü insanlar tamamen temizlenmeli mi şu dünyadan? İyi olduğu müddetçe her şey tamam mıdır? Bu sorulara normal bir zamanda kesin cevap verebilenler olacaktır lakin kitabı okuduktan sonra şüpheye düşeceğiniz konusunda size garanti verebilirim. Kötüyü desteklemiyorsunuz ama iyileri de savunmuyorsunuz. Bunu sorgulanabilecek en güzel yolla sorgulamanızı sağlamış, Burgess.

Bazı sahneleri rahatsız edebilecek olsa da okumanızı tavsiye ediyorum ben. Çok başka bir bakış açısıyla yazılmış, çok başka bir eser. Ben geç okuduğum için pişman oldum, siz olmayın diye söylüyorum. Okumaya da bilirsiniz tabii, benim ne haddime. Laf olmaktan öte değil benim söylediklerim. Dikkate almak takdirinize kalmış.

Puanım 10/10.

Alıntılar, kardeşlerim:
"Koltuk altında kitaplar taşıdığını görüyorum kardeşim. Bugünlerde hâlâ kitap okuyan birine rastlamak gerçekten nadide bir zevk kardeşim."
Şey, ertesi sabah bizim Staja'ya veda etmek zorunda kaldım ve biraz üzüldüm, insan alıştığı bir yerden ayrılmak zorunda kalınca hep öyle olur zaten. 
Belki de mesele bu, diye düşünüp duruyordum. Belki de yaşadığım hayat için fazla yaşlanmıştım kardeşlerim. Artık on sekizindeydim, yeni bitirmiştim. On sekiz genç yaş değildi.
Evet evet evet, işte buydu. Gençlik bitmeliydi, ah evet. Ama gençlik, hayvanmış gibi olmaktır zaten sadece. Hayır, sadece hayvanmış gibi olmak değil de hani şu sokaklarda satıldığını dikizlediğiniz minik oyuncaklardan biri olmak gibidir, teneke ve içi zemberekli ve üstünde kurma kolu olan ve gırr gırr gırr diye kurunca gitmeye başlayan, yürüyen filan minik heriflerden biri olmak gibidir, ey kardeşlerim. Ama dosdoğru gider, bir şeylere çarpar bam bam ve yaptıklarını, elinde olmadan yapar. Genç olmak, bu minik makinelerden biri olmak gibidir.
Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

24 Temmuz 2018 Salı

Kitap Önerisi | Korku - Stefan Zweig

Kitap Önerisi | Korku - Stefan Zweig


Merhabalar.

Stefan Zweig'ı ve eserlerini ne kadar sevdiğimden her yazımda tekrar tekrar bahsetmeyeceğim. Kitapları hakkında bilgi vermeye kalksam bu yazı bitmez. Bu sebepten direkt olarak asıl kitabımıza, Korku'ya geçiyorum.

Öncelikle yönetmenliğini Roberto Rossellini’nin yaptığı, 1954 yılında yayımlanmış bir filmi var, Korku'nun. Ingrid Bergman ve Mathias Wieman başrollerini paylaşıyor.

Kitap, sakin bir yaşam süren, evliliğinin durağanlığından sıkılmış ana karakterimiz Bayan Irene'nin hikayesini anlatıyor. Bayan Irene sıkıntılarla boğuşurken bir piyaniste rastlıyor ve genç adamın coşkusunda ve tutkusunda tekrar hayat bulduğunu hissediyor. Gizli bir ilişki içerisine giriyorlar lakin bir süre sonra, piyanistin evinden ayrılırken apartman girişinde piyanistin eski sevgilisine rastlıyor. Kadının kendisine şantaj yapmaya başlaması ile de hayatı, dipsiz bir korkunun içerisine doğru süratle düşmeye başlıyor.

Zweig'ın insan ve özellikle de kadın psikolojisini bu denli iyi çözümlemiş olmasının beni ne denli etkilediğinden bir önceki yazımda da bahsetmiştim zaten. Gerçekten kadın psikolojisini, davranışlarını, o karmaşık yapısını oldukça iyi çözümlemiş yegane yazarlardan kendisi. Okurken Hayatındaki kadınlara yaklaşımı nasıldı acaba? diye düşünmeden edemedim. [Belki de sadece yazarken böyleydi, bilmiyorum.]

Kitap boyunca bu korku nedeniyle kadının yaptıklarını, düşündüklerini ve yaşadıklarını okuyorsunuz. Korku zihnini yiyip bitirirken geceleri uyuyamaz hale geliyor, Bayan Irene. Okurken bir an bile Ama bu kadına da yazık, falan demedim. Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat kitabında olduğu gibi ahlak kavramlarımı da sorgulamadım. Yaptığı yanlıştı, diyerek kesin bir kanı ile kitabı basitleştirmek istemiyorum. Sadece yaşadığı korkuyu okurken Acaba? diye düşünmediğimi belirtmek istiyorum.

Kitap bitince de oldukça büyük bir şaşkınlığa uğradım. Zweig kitaplarının sonları genelde belli bir tatta olur ve ben yine o tatta biteceğini düşünüyordum. Aksine çok başka bir şekilde bitti. Sevmedim mi? Hayır. Ama biraz hayal kırıklığına uğradım sanırım. Aklımdaki şekilde bitseydi beklenen son olacaktı lakin Zweig beklenmeyeni yazmak istemiş. Güzel de yapmış.

Puanım 9/10.

Alıntılar:
Şimdiye kadar hep, varlıklı çevrelerin şen insanları arasında, hareketli bir sosyal ortam içinde, aslında sadece kendisi için yaşamıştı; fakat şimdi, kendi evinde hapis kaldığı şu bir haftadan beri onlardan uzak durmakta zorlanmıyordu, aksine bu avare insanların boş eğlencelerinden tiksinmeye başlamıştı ve ilk kez hissettiği bu güçlü duyguları ister istemez daha önceki eğilimlerinin yüzeyselliğiyle karşılaştırıyordu. Kendi geçmişine bir uçuruma bakar gibi bakıyordu.
...Bir anda yaşamın tüm zenginliğini hissetmeye başlamıştı ve artık yaşamında tek bir saati bile anlamsız geçirmeyeceğini biliyordu. Şimdi her şeyin sonuna yaklaştığı sırada ilk kez bir başlangıç hissediyordu. Tüm yeryüzüyle kaynaşmış olmanın muhteşemliğini bu sefil kadının kaba yumrukları mı bozacaktı? İlk kez dahil olma yeterliliğini hissettiği bu yücelik ve güzellik tek bir hata yüzünden darmadağın mı olacaktı?
"...Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir. Kızımız da cezası kesinleşir kesinleşmez hafifledi. Ağlaması seni şaşırtmamalı, bu sadece bir boşalmaydı, önceden baskı altında içinde duruyordu.İçte tutulan gözyaşları akıtılanlardan daha acıtıcıdır." 
Esen kalın, hoşça kalın.

18 Temmuz 2018 Çarşamba

Kitap Önerisi | Küçük Prens - Antoine de Saint-Exupéry

Kitap Önerisi | Küçük Prens - Antoine de Saint-Exupéry


Merhabalar.

Küçük Prens'i çok geç duymuş olmaktan ötürü biraz utanç duyuyor olsam da Geç olsun, güç olmasın, prensibi ile hareket eden bir insanım. Neticede okumuş olduktan sonra zamanı önemli değil, bana göre. [Tamam, kendimi de akladığıma göre yoruma geçebilirim, ehe.] Antoine de Saint-Exupéry'nin tek kitabı Küçük Prens değil elbette. Dilimize çevrilenler: Güney Postası (1929), Gece Uçuşu (1931), Yel, Kum ve Yıldızlar (1939), Savaş Pilotu (1942), Kale (1942), Kale ...Ama Sen İnsansın (1948).

Öncelikle yazarın uçuşa olan tutkusunu kitaplarından buram buram akıyor. Bu arada küçük bir bilgi: Yazar 1953'teki bir uçuşu sırasında Sahra Çölü'ne düşüyor ve bir şekilde kurtulmayı başarıyormuş. Kitabın çıkış noktası da biraz bu sanırım. Araştırmamda öğrendiğime göre bir diğer küçük bilgi: 1993 yılında bir asteroit keşfedilmiş ve 46610 numaralı bu asteroite, Küçük Prens'in gezegeni olan B-612 ismi verilmiş.

Kitabın içerisinde ve kapağında yer alan Küçük Prens çizimlerinin yazara ait olması ne kadar hoş bir detay, bu arada. Hayalinizdeki karakteri anlatarak başka bir çizere çizdirmek var, bir de o karaktere kendi kaleminizle hayat vermek var. İkisi çok başka şeyler.

Yönetmenliğini Mark Osborne’un yaptığı Küçük Prens'in animasyon filmi de –kendisi Kung Fu Panda, Sünger Bob Kare Pantolon ve Canavarlar Yaratıklara Karşı gibi animasyonlara da imza atmış- 2015 yılında gösterime girmiş.  Rachel McAdams, Jeff Bridges ve James Franco da seslendirme kadrosunda yer almakta. Çok farklı bir yerden yaklaşılmış olaya ve ben çok beğendim ortaya çıkan eseri. Kitabı okuduktan sonra izlemenizi tavsiye ederim.

Öncelikle üzülerek şunu söylemem gerekiyor sanırım, Küçük Prens biraz fazla gözümüzün önünde son yıllarda. [En kibar tabiri ile...] Ve ister istemez bir şeyler insanoğlunun gözüne sokulunca rahatsızlık verebiliyor. Popülaritenin var oluşu ile beraber eleştiriler de yükseliyor haliyle. Size diyebileceğim tek şey ön yargısız yaklaşmanız. Çok şey beklemeyin ki güzel bir şeyler bulabilme ihtimaliniz artsın.

Kitap, çoğumuzun internette gördüğü fotoğrafın hikayesi ile başlıyor: Fil yutmuş boa yılanı. Bir anlatıcımız var, yetişkin kendisi. Bir Küçük Prens'imiz var, küçük kendisi. Bir de bu prensin gezegenler arası yaptığı yolculukta karşımıza çıkan değişik karakterler var ve her biri bir şeyi temsil ediyor. Çok hoşuma gitti bu özellik.

Kitabın ilk taslağı 1000 küsür sayfaymış, Saint-Exupéry'nin dediğine göre. Kırpa kırpa bu hale getirmiş. Ve şöyle demiş kendisi küçük kitabının son sayfalarında:
Mükemmelliğe, yazıya eklenecek hiçbir şey kalmadığında değil, yazıdan çıkarılacak hiçbir şey kalmadığında ulaşılır.
Ben de aynı şekilde düşünüyorum. Kitap o kadar tadında, o kadar temiz ki... 1000 sayfalık halini gözümün önüne getiremiyorum. Okunur muydu yine de? Belki de okunurdu. Ama Küçük Prens olur muydu? Orasını bilemiyorum.

Çocuk kitabı kategorisine rahatlıkla sokulabilecek bir kitap olsa da bu kitabın, her yaşa ayrı hitap ettiğini düşünüyorum. Ve her döneme, her yıla... Defalarca okuyup farklı anlamlara kavuşabileceğiniz bir kitap, Küçük Prens.

Bildiğiniz bir şeyler vardır muhakkak bu kitapta. Bunu okuduktan sonra dünyaya muhteşem farklı bakacaksınız! demiyorum. Herkes kendi anlamını çıkarmakta mutlak özgürlüğe sahip. Güzel bir kitabın da bir diğer özelliği budur; sana özeldir ve herkes için özel bir anlama sahiptir. Yıllara meydan okumasını sağlar.

Sözün özü, okuduğuma memnun olduğum bir kitaptı. Belki yeni bir şey öğrenmedim, belki Vay canına! demedim. Ama bazı şeyleri hatırlamamı sağladığı kesin. Bu da günümüzde çok önemli. Çünkü 21. yy.'da yaşayan insanoğlu, hayatın bu hızlı akışında unutmaması gereken çok fazla şeyi unutuyor.

Puanım 10/10.

Küçük alıntılar:
"Bir günde tam kırk dört kere günbatımını izledim," demiştin bana. Hemen ardından da eklemiştin: "Biliyor musun... insan çok üzgün olduğunda günbatımını izlemeyi daha çok seviyor." Bunun üzerine sordum: "O, günbatımını kırk dört kez izlediğin gün çok mu üzgündün?" Ancak Küçük Prens yanıt vermedi.
"Eğer insan milyonlarca ve milyonlarca yıldızın içinde tek bir örneği bulunan bir çiçeği severse, o yıldızlara baktığında mutlu olur. Kendi kendine şöyle der: 'İşte benim çiçeğim bunlardan birinde...' Ama eğer koyun ansızın o çiçeği yerse, bütün yıldızların ışığı söner! Ama bunun senin için hiçbir önemi yok, değil mi?"
"İnsanlar nerede? Çölde biraz yalnız hissediyor insan kendini." "İnsanların arasında da pekâlâ yalnız hissedebilirsin kendini."
"Evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin ancak," dedi tilki. "İnsanların hiçbir şeyi tanımaya zamanları yok. Her şeyi, dükkânlardan hazır olarak satın alıyorlar. Ve dostların satıldığı dükkânlar da olmadığından, insanların hiç dostları yok. Eğer dost istiyorsan, beni evcilleştir!" 
Esen kalın, hoşça kalın.

5 Temmuz 2018 Perşembe

Kitap Önerisi | Anayurt Oteli - Yusuf Atılgan

Kitap Önerisi | Anayurt Oteli - Yusuf Atılgan


Merhabalar.

Yusuf Atılgan'ın kalemine herkes Aylak Adam ile başlarken ben bir çılgınlık yapıp ilk sıraya Anayurt Oteli'ni koydum. Bir bakıma da bu durumdan memnunum sanırım; Aylak Adam'ı okuyanlar Anayurt Oteli'nde biraz hayal kırıklığına uğramışlar, neden bilmiyorum. Yusuf Atılgan'ın diğer kitapları neler peki? Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlananlar şunlar: Aylak Adam (1959). Bütün Öyküleri (1981), Ekmek Elden Süt Memeden (1992) ve Canistan (2000). Eylemci (1992), Simavi Yayınları; Sevgili Halil Kardeş - Köye Mektuplar (2014), Edebi Şeyler tarafından yayımlanmış.

Anayurt Oteli'nin bir de filmi var; 1987 yılında, yönetmenliğini Ömer Kavur yapmış. Başrollerde Macit Koper, Serra Yılmaz, Orhan Çağman gibi önemli isimler yer alıyor. Geçen sene Haziran (2017) ayında da belirli sinemalarda tekrardan gösterime girmiş, Anayurt Oteli. Sonradan haberim olmuş olmasaydı gidip sinemada izlemek isterdim.

Kitaba başladığınız anda, kitabın geri kalanı boyunca Yusuf Atılgan'ın dili nasıl kullanacağını anlıyorsunuz. Anayurt Oteli'ni, Zebercet'i, Zebercet'in geçmişini tanıyış sahnemizde Atılgan, bilinç akışı tekniğini kullanmış. Öyle ki çoğu yerde tire nerede bitiyor nerede başlıyor anlamadım, şu an düşüncenin içerisinde miyim yoksa dışında mı karmaşasını çok fazla yaşadım; dikkatli okumak gerekiyor.

Kitap bir kırılma noktası ile başlıyor, keza bu kırılma noktasından sonra bütün kitap boyunca Zebercet'in varoluşunu, yaşamını, geçmişini sorgulamasını okuyorsunuz. Anayurt Oteli'nin katibi Zebercet'in hayatı, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadını görmesi üzerine sekteye uğruyor. Öncesinde iletişimi müşterilerle yüz yüze yaptığı konuşmalardan ibaret olan Zebercet, kendince büyük bir değişim geçiriyor. Bu kadını kitap boyunca görmüyoruz. Kitabın başında ve sonunda bahsi geçiyor o kadar, Zebercet sürekli kadının yolunu gözlüyor orası ayrı.

Kadın geri dönecek diye berbere gidiyor, alışveriş yapıyor, Zebercet. Hâlâ öyle ki cinsel açlığını gidermek adına birlikte olduğu ortalıkçı kadın Zeynep'e bile yanaşmak gelmiyor içinden. Hissettikleri aşktan mı yoksa kendini nihayetinde bir şeylere adama isteğinin getirdiği duygu durum karışıklığından mı ibaret bu davranışlarının nedeni, bilmiyorum. Neyse, Zebercet bekler, bekler, bekler. Kadın gelmez. Zebercet de artık gelmeyeceğinden emin olur. Ve kaçınılmaz sona doğru yavaş yavaş ilerler.

Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli'ndeki en büyük başarısı, akılda kalıcı bir karakter oluşturmuş olması. Zebercet -belki de- daha evvel denk gelmediğiniz kadar... normal bir karakter. Ama kime göre tabii? Kurgu dünyasında alışık olmadığımız ama gündelik hayatta bir yerlerde yaşamını sürdürdüğünden emin olduğumuz biri, Zebercet. Hiçbir şeye tam manasıyla tutunamamış, dışlanmış bir karakter.

Geçmişi, geleceğinin üzerine bir karabasan misali çökmüş bir karakter.

Zebercet'i okurken ondan tiksinmeniz mümkün, Atılgan bunu hiç dert edinmemiş kendisine. Günümüzde böyle bir karakter yaratmak çoğu yazar için pek çok açıdan imkansız. Okuyucuyu neredeyse irite edecek özellikte bir karakter oluşturmak? Büyük cesaret.

Kitapta cinsellik ön planda, bunu da söylemiş olayım. Zira bu cinsellik kimisi için rahatsız edici olabilir.

Ben Zebercet'i tanımanızı isterim. Tanınmaya değer biri olduğundan yahut tanımasanız çok şey kaybedersiniz türünden bir adam olduğundan değil elbette. Nevi şahsına münhasır biri olduğundan sadece. Anayurt Oteli'ni okursanız Zebercet karakterini bir daha asla unutamazsınız.

Puanım 8/10.

Alıntılar:
Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.
Gelmez artık, ama benim beklemem gerek.
Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğüne fark etmez.
Ne ölüyüm ne de sağım.
Esen kalın, hoşça kalın.