Merhabalar.
Anthony Burgess ile ne kadar geç tanışmışım ben yahu? Utandım şu an kendimden. Siz benim kadar geç tanışmayın kendisiyle. Okuduğum ilk kitabı -doğal olarak- Otomatik Portakal'dı ama birkaç kitabı daha çevrilmiş dilimize, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından. Onlar da şunlar: Doktor Hastalandı (1960), Bir Elin Sesi Var (1961), Mozart ve Deyyuslar (1991). Çevrilmemiş kitapları da var, onlar da yakın zamanda çevrilirler zaten. En kısa zamanda alıp okumayı planlıyorum ben de.
Yönetmenliğini Stanley Kubrick’in yaptığı, 1971 yılında yayımlanmış bir filmi de var, Otomatik Portakal'ın. Malcolm McDowell, Patrick Magee ve Warren Clarke gibi isimler yar alıyor başrollerde. Kendisi aynı zamanda Cinnet (The Shining), 2001: Bir Uzay Destanı (2001: A Space Odyssey), Dr. Garipaşk (Dr. Strangelove), Full Metal Jacket, Lolita, Yapay Zeka gibi sinema dünyasında önemli yer edinmiş filmlere de imza atmış bir yönetmen. Bir göz atmanızı şiddetle öneririm.
Otomatik Portakal adını bir deyişten alıyormuş: Queer as a clockwork orange. Bu deyiş de "olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi" anlamına geliyormuş. Yazar kitabın içerisinde bir yerde de değiniyor kitabının ismine. O sahne de hoş olmuş bence, kurgu dünyası ile gerçek dünyanın bağlanması açısından.
Anthony Burgess ve hamile eşi altmışlı yıllarda -kitapta geçen türde- bir serseri saldırısına maruz kalmışlar. Genç kadın olay sonrasında bebeğini düşürmüş ve alkolizme yenilerek yaşamını yitirmiş. Kitapta da bir adet yazarımız var ve yazar da buna benzer bir olay yaşıyor. Yazarın üzerinde çalıştığı kitabın ismi de Otomatik Portakal. [Kıps.]
Kitap distopya türünde, her ne kadar bunu öyle çok fazla hissettirmese de. Günümüz distopya romanları gelmesin yani hemen aklınıza, o tarz bir kitap değil, Otomatik Portakal. Distopik bir dünyadan çok distopik ögeler çarpıyor gözünüze.
Ana karakterimiz Alex. Alex kelime anlamıyla Kanunsuzluğu ifade ediyormuş: A (olumsuzluk hali) – lex (Kanun). Çete arkadaşları ile beraber dört kişiler ve olabilecek bütün şiddet yöntemlerine eğilimliler, hırsızlıktan tecavüze kadar. Lise öğrencisi Alex; gündüz okula gidiyor, gece sokaklarda çetesi ile beraber deyim yerindeyse dehşet saçıyor. Ta ki bir olaya kadar... Olaydan sonra Alex yakalanıyor ve hapishaneye götürülüyor. Bir süre orada kaldıktan sonra yeni keşfedilmiş bir tedavi yöntemini kabul ediyor ve hapishaneden çıkarılarak hastaneye götürülüyor. Kitap burada ikiye ayrılıyor; hastaneden öncesi ve hastaneden sonrası olarak. Bu yeni yöntem ise Pavlov'un Köpeği Deneyi'ni temel alıyor ancak bu defa deney bir köpeğe değil, insana uygulanıyor. [Deneyimsel tiksinti tekniği, diye de geçiyor.]
Kitabı okurken yer yer Bu ne ya, dikizlemek ne demek? falan diyebilirsiniz. Sürekli tekrar edilen ve günlük hayatta kullanmadığımız bazı kelimeler var. Bu çevirmenden kaynaklanmıyor elbette, sorumlumuz tamamen Burgess Bey. Çete, kendi aralarında ürettikleri Rusça kökenli ‘Nadsat’ dilini konuşuyor. Kasıtlı olarak yapılmış bir şey yani.
Yazar aslında şiddet eylemlerinin normalleştirilmesini eleştiriyor kitabında. Şiddet ögesinin bu denli ön planda olması, desteklediği ve normalleştirmeye çalıştığı anlamına gelmiyor kesinlikle. Kara mizah zaten had safhada. Çok yalın bir kitap, neyi anlatmak istiyorsa dosdoğru anlatmış. Bu tarz ögelerden rahatsız falan oluyorsanız eğer, ey kardeşlerim, kitabı bir kenara bırakmanızı tavsiye ederim. [Alex'in sürekli 'kardeşlerim' demesi benim nedense çok hoşuma gitti.]
Ve en önemlisi kitap bir klasik olduğundan mütevellit size şunu sorgulatıyor: İyi mi, kötü mü? İyi bir insan olmamız mı gerekiyor, kötü insanlar tamamen temizlenmeli mi şu dünyadan? İyi olduğu müddetçe her şey tamam mıdır? Bu sorulara normal bir zamanda kesin cevap verebilenler olacaktır lakin kitabı okuduktan sonra şüpheye düşeceğiniz konusunda size garanti verebilirim. Kötüyü desteklemiyorsunuz ama iyileri de savunmuyorsunuz. Bunu sorgulanabilecek en güzel yolla sorgulamanızı sağlamış, Burgess.
Bazı sahneleri rahatsız edebilecek olsa da okumanızı tavsiye ediyorum ben. Çok başka bir bakış açısıyla yazılmış, çok başka bir eser. Ben geç okuduğum için pişman oldum, siz olmayın diye söylüyorum. Okumaya da bilirsiniz tabii, benim ne haddime. Laf olmaktan öte değil benim söylediklerim. Dikkate almak takdirinize kalmış.
Puanım 10/10.
Alıntılar, kardeşlerim:
"Koltuk altında kitaplar taşıdığını görüyorum kardeşim. Bugünlerde hâlâ kitap okuyan birine rastlamak gerçekten nadide bir zevk kardeşim."
Şey, ertesi sabah bizim Staja'ya veda etmek zorunda kaldım ve biraz üzüldüm, insan alıştığı bir yerden ayrılmak zorunda kalınca hep öyle olur zaten.
Belki de mesele bu, diye düşünüp duruyordum. Belki de yaşadığım hayat için fazla yaşlanmıştım kardeşlerim. Artık on sekizindeydim, yeni bitirmiştim. On sekiz genç yaş değildi.
Evet evet evet, işte buydu. Gençlik bitmeliydi, ah evet. Ama gençlik, hayvanmış gibi olmaktır zaten sadece. Hayır, sadece hayvanmış gibi olmak değil de hani şu sokaklarda satıldığını dikizlediğiniz minik oyuncaklardan biri olmak gibidir, teneke ve içi zemberekli ve üstünde kurma kolu olan ve gırr gırr gırr diye kurunca gitmeye başlayan, yürüyen filan minik heriflerden biri olmak gibidir, ey kardeşlerim. Ama dosdoğru gider, bir şeylere çarpar bam bam ve yaptıklarını, elinde olmadan yapar. Genç olmak, bu minik makinelerden biri olmak gibidir.