Film Önerisi | VOL-İ (WALL-E)

27 Aralık 2016 Salı

Yılbaşı Ruhunu Yüreğinde Taşıyan Filmler

Yılbaşı Ruhunu Yüreğinde Taşıyan Filmler


Merhabalar.

Noel ruhunu çok severim, her ne kadar kutlamakla alakam olmasa da. Çam ağacı süslemem, geri sayım yapmam, hindi de yemem. [Benim tatilim değil, banane sonuçta.] Ama noel şarkılarını severim. Işıklarla ve kırmızı-yeşil dekorasyonla bezenmiş fotoğraflara bayılırım. Aynı şekilde yılbaşı filmlerine karşı da bir sempatim var.

Bu duruma bu denli ısınış nedenim mevsimin kış olması muhtemelen. Kar yağarken ne olursa, ne yapılırsa sevebilme potansiyeline sahip bir bireyim çünkü. Hal durum böyle olunca oturdum düşündüm, maraton gibi bir şey yapayım dedim. Hazır mevsim kış, yılbaşı denen şey de yaklaşıyor. Uzun zamandır izlemeyi planladığım filmleri izlemek için neyi bekliyorum?

Aşağıdaki listede 10 tane film var. Kimini izledim kimini uzun zamandır izlemeyi planlıyorum. Çoğu internet sitesinde yer alan listeden kendi merakımı cezbedenleri çekip aldım ve bir liste oluşturdum. [Monokrom filmlerin çokluğundan anlaşılıyordur zaten.] Ve bu listeyi sizinle paylaşma kararı aldım. [Gerçekten bunu yapmasaydım ne hale düşerdiniz, bilmiyorum. Hayır, hayır, teşekkür etmeyin.] Bir önem sırası yok ama öne almanız gerekenlerin yanına gereken notu düştüm.

Şimdiden iyi seyirler.

1 | Şahane Hayat (It's a Wonderful Life) / 1946
İlk sırada 46 yapımı bir Capra filmi var: Şahane Hayat. Filmde, iflas etmiş çaresiz bir iş adamının, intiharın eşiğindeyken karşısına çıkan bir melek tarafından, kendisinin hiç yaşamamış olduğu bir dünyanın neye benzeyeceğinin gösterilmesi, bunun sonucunda da iş adamının aslında farkına varmadan Dünyayı olumlu yönde değiştirecek birçok şey yapmış olduğunu anlaması, yani 'şahane bir hayat' yaşamış olduğunun farkına varması anlatılmaktadır. Filmin başrollerinde James Stewart, Donna Reed ve Lionel Barrymore yer almakta.
Bu film izlediklerim ve dönüp tekrar tekrar izleyeceklerim arasında yer alıyor. James Stewart'ı çok severim ve neredeyse oynadığı çoğu filmi de beğenmişimdir. Bu film de konusu ile, ruhu ile yumuşacık bir hava yaratıyor insanın etrafında. Battaniyenin içerisine gömülüp sıcak bir şeyler içerek izlenmelik bir film kendisi. Ön sıralara çekmenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

2 | Hediye Operasyonu (Arthur Christmas) / 2011
2. sırada ise Sarah Simith ve Barry Cook yapımı bir film yer alıyor: Hediye Operasyonu. Filmin konusu; Arthur efsanevi Noel Baba'nın en küçük oğludur ve Noel Baba'nın hediye dağıtma merkezi olan operasyon üssünde ekipteki herkes gibi canla başla çalışmaktadır. Fakat tıkır tıkır işleyen bu operasyon merkezinde hediyesini bekleyen yüz milyonlarca çocuk içinden bu sefer bir tanesini atlanır. Şimdi Arthur'un görevi Noel sabahından önce son hediyeyi sahibine ulaştırmaktır. Seslendirme kadrosunda James McAwoy, Hugh Laurie, Jim Broadbent ve Ashley Jensen gibi isimler yer almakta.
Bu filmi de sanırım izledim, tam hatırlamıyorum. Yarım yamalak hatırladığıma göre ucundan kıyısından televizyonda izlemiş olmalıyım. Yani, bu film de izlenecekler arasında.

3 | Yeni Yıl Şarkısı (A Christmas Carol) / 2009
Yeni Yıl ŞarkısıCharles Dickens'ın Bir Noel Şarkısı adlı hikâyesinden uyarlanan 2009 yapımı filmdir. Robert Zemeckis tarafından yazılan ve yönetilen filmin başrolünde Ebenezer Scrooge'in gençliğini, yetişkinliğini ve yaşlılığını ve Scrooge'a musallat olan üç hayaleti canlandıran Jim Carrey yer alır. Seslendirme kadrosunda Gary Oldman, Cary Elwes, Colin Firth ve Bob Hoskins gibi isimler yer almakta.
Bu filmin içeriğini de tam anlamıyla hatırlamıyorum ama izlediğimi ve beğendiğimi hatırlıyorum. Tam olarak hatırlayamadığım için de bir daha açıp izleyeceğim çünkü Charles Dickens. Bu eser günümüzde İthaki Yayınları tarafından Bir Noel Şarkısı adı ile basılmış ve piyasaya sürülmüş durumda. Okumak isterseniz okuyabilme, izlemek isterseniz de izleyebilme fırsatınız var. Karar sizin.

4 | Aile Babası (A Family Man) / 2000
2000 yapımı olan ve Brett Ratner tarafından yönetilen Aile Babası filminde, Jack Campbell hayatta işten, başarıdan ve paradan daha önemli şeyler olamayacağını düşünen bir iş adamıdır. Hiç evlenmemiş ve aile kurmamıştır. Bir sabah uyandığında kendini 13 yıl öncesinde terk ettiği kız arkadaşı ile evlenmiş ve 2 çocuğu olan bir aile babası olarak bulur. Yeniden eski iş hayatına dönmeye çalışırken aslında hayatın anlamının çok daha farklı olduğunu anlamaya başlar. Filmin oyuncu kadrosunda Nicolas Cage, Téa Leoni, Don Cheadle, Makenzie Vega ve Jeremy Piven gibi isimler yer almakta.
Yine merak ettiklerim arasında. Büyük bir beklentim yok kendisinden ama izlemem gerektiğini düşünüyorum kendimce. Yani... izleyeceğim inşallah.

5 | Kutup Ekspresi (The Polar Express) / 2004
Kutup Ekspresi, 2004 yılında gösterime giren, yönetmenliğini Robert Zemeckis'in yaptığı bir animasyon filmidir. Filmde Tom Hanks ve Andrew Ableson gibi isimler seslendirmede görev almıştır.
Zemeckis abimiz de maşallah, güzel filmlere imza atıyor yani. Kutup Ekspresini izlemedim ama izlemek için çıldırıyorum. Sürekli araya başka filmler girdiğinden unutup duruyorum ama artık izleyeceğim. Bir kere filmde Tom Hanks var -sesi çok uymuş bana kalırsa- ve tema müziği ezberimde. [Cause that's the way things happens, on the polar express.] Hadi, koşun, izleyin.

                 
6 | Eğlenceler Oteli (White Christmas) / 1954 
54 yapımı olan ve Michael Curtiz tarafından yönetilen Eğlenceler Oteli filminde, iki yetenekli dansçı olan Bob Wallace ve Phil Davis, savaştan sonra bir araya gelerek gösteri dünyasına girerler. O kış gruplarına Judy Haynes ve Betty Haynes isimli bayan elemanlar da katarak, Noel’i geçirmek üzere Vermont’a giderler. Asıl macera, otelin sahibinin maddi zorluklarla boğuşan eski bir ordu komutanı olduğunu keşfetmeleriyle başlar. Filmin oyuncu kadrosunda Bing Crosby, Danny Kaye, Rosemary Clooney, Vera Ellen ve Dean Jagger gibi isimler yer almakta.
Çünkü 54 filmi. Çünkü sadece bunun için izleyebilirim.

7 | 34. Caddedeki Mucize (Miracle on 34th Street) / 1947
47 yapımı olan ve George Seaton tarafından yönetilen 34. Caddedeki Mucize filminin konusu, karakterlerden biri olan Susan Walker'ın bir mağazada çalışan Kris Kringle'ın gerçek Noel Baba olduğunu iddia etmesi ve bunu kanıtlama çalışmasını konu alıyor. Filmin oyuncu kadrosunda Natalie Wood, Maureen O'Hara, John Payne ve Edmund Gween gibi isimler yer almakta.
Çünkü yine monokrom bir film.

 8 | Köşedeki Dükkan (The Shop Around the Corner) / 1940
The Shop Around the Corner, başrollerinde James Stewart ve Margaret Sullavan' ın yer aldığı, yönetmenliği Ernst Lubitsch' in üstlendiği, 1940 yapımı bir ABD filmidir. Film konusunu Macar oyun yazarı Miklós László'nun 1937 tarihli Parfumerie adlı eserinden alır ve film bu eserin ilk sinema versiyonudur.
James Stewart. Bence anlaşılıyor neden listemde olduğu. Sıradaki!

9 | Noel Gecesi Kâbusu (The Nightmare Before Christmas) / 1993
Tim Burton's The Nightmare Before Christmas1993 yapımı bir müzikal animasyon filmdir. Animasyon olmakla birlikte stop motion tekniğiyle yapılmış olan bu film özellikle gotik havasıyla dikkat çeker. Bu filmin yönetmeni Henry Selick'tir. Senaryosu Tim Burton, Michael McDowell ve Caroline Thompson tarafından yazılmıştır. Müzikler Danny Elfman tarafından yapılmıştır.
Sizi bilmem ama ben animasyon filmleri ayrı bir yerde tutuyorum kendi benliğimde. Ve güzel olan animasyonlar izlemişsem sıkılmadan zaman zaman tekrar izleyebiliyorum o filmleri. Bakalım bu film de benim için aynı kategoride olacak mı?

10 | Elf (Elf) / 2003
2003 yapımı olan ve Jon Favreau tarafından yönetilen Elf filminde, Buddy, Kuzey Kutbu’nda büyümüş ve bir elf olmuştur. Fakat boyu büyümeye başlayınca esasında bir insan olduğu ortaya çıkar. Ve Buddy tası tarağı toplayıp New York’a gelir. Amacı babasını bulmaktır. Kendi büyüdüğü dünyaya benzemeyen New York ona bir baba, yeni bir anne ve bir kardeş kazandır. Fakat bu insanların Noel’e inançları zayıftır ve Buddy en çok buna şaşırır. Oyuncu kadrosunda Will Ferrell, James Caan, Zooey Deschanel ve Bob Newhart gibi simler yer almakta.
Bu filmi duymayanınız kalmamıştır sanırım. Şahsen youtuberlar arasında popüler bir film kendisi ve ben de uzun zaman önce izledim. Gayet güzel ve keyifli vakit geçirebileceğiniz bir yılbaşı filmi daha. 10. ve sonuncuydu. (Tamam, bunu söylemek için yazının başından beri bekliyordum, lütfen.)

Zaten herkesin bahsettiği filmler bunlar ve ben de içlerinden izlemek istediklerimi yahut izlediklerimi sizinle paylaşmak istedim. Umarım faydası olmuştur bu yazının size, diyor ve uçuyorum.

Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

24 Aralık 2016 Cumartesi

Kitap Yorumu | Kan ve Tuz - Kim Liggett (Blood and Salt, #1)

Kitap Yorumu | Kan ve Tuz - Kim Liggett (Blood and Salt, #1)



KAN VE TUZ...

Ash Larkin'in annesinin, uzun süredir kaçtığı ruhani halkına geri dönmeden önce ağzından çıkan son kelimelerdi. Annesini arayan Ash'in yolu Quivira'ya düştüğünde, zamanın ötesindeki bu kasabada uğursuz ve kadim bir şeylerin varlığı onu tutsak etmişti.

Ash bir yandan, atalarından kalan, kavuşamayan âşıklarla ve ölümle, simyayla ve ölümsüzlükle bezenmiş anılarla başa çıkmaya çalışırken, bir yandan da sırlarla dolu ve kan bağıyla yasaklanmış Dane'den uzak durmaya uğraşıyordu.

Bu esnada Quivira halkı 500 yıldır süregelen bir törene hazırlanırken, Ash sadece annesini kurtarmak için değil kendisi için de savaşmak ve çok geç olmadan Quivira hakkındaki gerçekleri ortaya çıkarmak zorundaydı. Tamamen kan ve tuzla sarıp sarmalanmadan önce...

Merhabalar.

Kan ve Tuz kitabının ilk önce adına vurulmuştum. Elime aldığım vakit ise iç kapağına ve ayracına da ayrı olarak vurulduğumu itiraf etmeliyim. Kuzguna karşı olmasa da kargalara karşı ayrı bir zaafım var. [Neticede kuzgun da bir karga.] Ve bu durum kitabın -benim için- 1-0 önde başlamasına neden oldu.

Kapağın bizim olan versiyonunu daha çok beğendim. İç kapağı, bölüme giriş sayfaları... Kitabın genel anlamda tasarımına karşı gösterilen bir özen ve titizlik durumu hakimdi. Bu da çok hoşuma gitti, bu işlerin içerisine yeni girmiş biri olarak. İçeriği kadar görselliği ile de doyurmalı çünkü bir kitap, bana göre.

Şimdi, öncelikle bu Blood and Salt serisinin ilk kitabıymış. Mış diyorum çünkü bilmiyordum. Tek kitap olduğunu düşünmüştüm ben. Seri kitaplarını bekletip seri tamamlanınca okumayı daha çok seviyorum ben. Devam kitaplarını beklerken hevesimi ve ilgimi kaybediyorum, hiç hoş bir şey değil bu tabii. Yıllarca beklemek anlamına geliyor bu çünkü.

Kan ve Tuz, paranormal bir genç yetişkin romanıydı, genel tabiri ile. Ana karakter Ash'in orada burada ayak bileklerinden halat ile asılmış kadın siluetleri görmesi durumu var ve kitap da bu şekilde başlıyor zaten. Bunun ardından gelişen bütün olaylar da bu durumun ışığında ilerliyor.

Yazarın dilini de, kimi bölümlere yerleştirilmiş şiirleri de beğendim. Ben bu tarz dilleri okumayı seviyorum sanırım, bilmiyorum. Ash'in aile soyağacına işlenmiş olan geçmiş, Simya'ya kadar uzanıyordu. Alt yapısı tatmin etti beni. Çok da bilgim olmadığı için konu ile alakalı, atmalı tutmalı yorum yapmak istemiyorum.

Karakterlere gelirsem ana karakter olan Ash'i, kitabın başlarında tam anlamıyla anlayamadım. Yani o karakter geçişlerinin arasındaki meseleyi kavrayamadığım için Ash'in karakterine has özelliklerden biri olduğunu düşündüm açıkçası. Bunun haricinde o trans durumundaki hallerini de, kendi halini de beğendim. 2 erkek var kitapta, kızımızın ilgilendiği ve kızımızla ilgilenen.

Ben tek eşlilikten yanayım.

Keskin olmasa da bir aşk üçgeni durumu vardı ortada ister istemez. Her ne kadar Ash'in ilgilendiği kişi belli olsa da 2. erkek durumu beni her zaman sıkıntıya sokuyor. [Bu yazarın aktarımına göre de değişebiliyor tabii.]

Erkeklerden biri Dane. Ash ile aralarında muhteşem bir çekim var ilk sahnelerinde. Öyle ki "Yandı buralar, alev aldı," durumu falan oluştu herhalde, dedim bir an. Sonra başka bir sahne oldu ilerleyen sayfalarda. Ve şak diye gitti o aradaki elektrik. Yani bendeki gitti en azından. Beklentim tepelere çıkmıştı, sonra da böyle sülük gibi yere yapıştı. Dane karakteri umduğum gibi çıkmadı neticede. [Ama yine de #TeamDane.] Diğer çocuk olan Carter'a hiç değinmiyorum bile. Bana göre olmasa da olurdu. Hatta olmasa daha hoş olurdu.

Genel olarak söyleyebileceklerim bunlar. Serinin 2. kitabını da muhtemelen alacağım. [Unutmazsam.] Bana göre yerinde ve okunabilir bir kitaptı. Herkese hitap edebilen bir kitap değildi tabii, kimi beğenmemiş mesela. Absürt karakterlere ve hikaye ilerleyişine karşı zaafım olduğundan muhtemelen bunlar. Birkaç eksiği de kabul edilebilirdi bu sebepten benim için.

Puanım 4/5.

Alıntı serpiştiriyorum küçük küçük şuraya:
"Âşık olduğun zaman... Derin bir okyanusa yüreğinden bir parça söküp atmış gibi hissedeceksin. Seni sarıp sarmalayan tek şey kan ve tuz olacak." 
Hırıltılı soluklarını duyuyorum. Ve hissediyorum o heybetli korkusunu. Hışırdıyor yapraklar, hayat paramparça oluyor ama o, bana yaklaşıyor. Titreyen ellerinden alıyorum feneri. Tenini okşuyor gözlerim, her ayrıntısını zihnime kazıyor.
"Bazıları insan olabilmenin en iyi yanının bilmemek olduğunu söyler. Aldatılmayı istemek doğamızda vardır. At gözlüğü takmaktan hiç vazgeçmeyiz. Yanılsama, masumiyetimize tutunma çabamızdan başka bir şey değildir. Bunu gerçekten senden koparıp almamı istiyor musun Ashlyn?"
"Nereye bakıyorsun, elindeki ne?" "Işık." "Ben hiçbir şey görmüyorum," diye yanıtladı. "Görmüyor olman onun var olmadığı anlamına gelmez," diye fısıldadım. Hissettiklerimi göremiyor, hatta hissedemiyor olması beni üzmüştü.
"Başka yolu yok. Atılan her büyük adımın taşlarını kurbanlar dizer."
Sevgilerle.

19 Aralık 2016 Pazartesi

Yeni Yıla Sağ Ayakla Girmek İçin 10 Madde

Yeni Yıla Sağ Ayakla Girmek İçin 10 Madde


Merhabalar.

2016 ne ya, ona ne zaman geldik? derken 2017'ye giriyor oluşumuz, zamanın cidden hızlı aktığının en büyük kanıtı olmalı. Güzel zaman çabuk geçer, demişler de benim 2016 yılım öyle çok muhteşem geçmedi; niye bu kadar çabuk bitti peki? Kiminki iyi geçtiyse çıksın, site kasıyor.

7 benim en sevdiğim rakamdır fakat uğurlu sayım falan da değildir. Uğurlu sayı neye yarıyor, onu da bilmiyorum; şahsen ben baya bir sayı denedim, hiçbiri de bir işime yaramadı. Bundan ötürü de 2017'nin muhteşem geçeceğine inanıyorum. (Göz kırpma işareti) Kendi oluşturduğumuz şeylere bu denli bağlanıyor oluşumuz çok komik, şaka bir yana. Zamanı bölmüşsün, bir de bölerek oluşturduğun bir şeye bel bağlıyorsun. Deli enteresan bir durum, hiç girmiyorum oralara.

Saniye farkı ile yeni bir yıla giriyor oluşumuz, beni çok da enterese etmiyor açıkçası. Bir saniye önce nasılsam bir saniye sonra da aynı insan olmaya ve aynı berbat hayatı yaşamaya devam ediyorum bir şekilde. Yeni yılın yeni bir şeyler getireceği de olmuyor, o da öyle damdan düşer gibi geliyor bana göre. Tabii bu blog yazısını Ne yapıyoruz abi? demek için oluşturmadım, daha farklı bir şeyden bahsedeceğim ben.

Evet, 2017 beraberinde bir şeyler getirmiyor olabilir. Saniye değişimi var olan hiçbir şeyi düzeltmiyor da olabilir. Fakat insanoğlu olarak biz bir şeylerin başlangıcını çok seviyoruz. Haftanın başlangıcını seviyoruz, günün başlangıcını seviyoruz. Yeni aya girdiysek ayın başlangıcını seviyoruz. Bir şeyleri düzeltmek yahut yeni bir şeye başlamak için hep bu başlangıçları kullanıyoruz. O zaman daha temiz başladığımızı ve daha düzgün ilerleyeceğini düşünüyoruz yaptığımız işin. Bu her neyse tabii.

Her haftanın başlangıcı benim için sistemimin reboot günü oluyor. Geçen haftayı bir kenara bırakıyor, neyi yarım bıraktıysam ve önceki hafta neye başlayamadıysam ona başlayacağımın sözünü veriyorum kendime. Bazen kendimi ezip geçerek yapmam gerekenleri yaparken bazen de köşeme çekilip televizyon izlemeyi tercih ediyorum.

Hal durum böyle olunca 2017 bambaşka bir boyut kazanıyor, bizim gibi insanlar için. Hafta değil, ay değil, koca bir yılı geride bırakarak yeni bir yıla geçiş yapıyoruz. Artık yeni bir kişilik yaratmamız için paha biçilemez zaman dilimi oluyor Aralık ayı. Bundandır ki bu ay bu yazıyı yazma ihtiyacı duydum nedense. [Bana ne oluyorsa sanki?]

Şimdi ben bir şeyler saçmalayayım şuraya. Sonra gideyim. Gideyim mi? Kesinlikle gideyim.

1) Kaybettiğin 2016'ya dön bir bak istedim.

2016 artık geçti, gitti. Kime sorsak Daha dün gibiydi ya, der muhtemelen fakat yine de bir 12 ayı daha devirdik şu hayatta. Geçip gitmiş olabilir lakin Geçmişini bilmeyen geleceğine yöne veremez, demişler. 2017'de sağlam adımlar atabilmeniz için 2016'da attığınız yanlış adımları fark edip analiz edebilmeniz lazım. 2016'ya girerken neyi planlamıştınız ve bunun için neyi yapmadınız? Sağlıklı bir insan olmak adına gayret göstereceğim deyip spor yapmamak yahut su içmemek gibi. Hangi adımları atmadınız veya hangileri yetersiz kaldı? Bir kâğıt ve bir kalem. Oturup neleri yapıp yapmadığınızı yazın.

2) Nerede olduğunuzu fark edin.


Oturduğunuz yerde arkanıza yaslanın ve daha evvel düşünmediyseniz -ki bu biraz vahim bir durum- nerede olduğunuzu düşünün. Hayatta neredesiniz? Koca bir yılda neleri başardınız, neler için vaktiniz olmadı? Şu anki yaşınıza neler kattınız? Sizi diğer insanlardan farklı kılan ne? Bu hayatı, bu bedende siz yaşıyorsunuz. Ayrıcalığınız ne?


3) 2017'den neler beklediğinizi belirleyin.

2017 muhteşem geçecek! Yok öyle bir şey. Ben kendimi kandırmayı sevmem, bu yüzden sizi de kandırmayacağım. 2017 size güzellikler, çiçekler, kelebekcikler falan getirmeyecek. 2017 hiçbirimize hiçbir şey getirmeyecek. Bir şey getirmeye gelmiyor bile. Gizli mürekkeple dolu boş bir kâğıt olarak geliyor önünüze. 2017'de yapacaklarınız o mürekkebin rengini belirleyecek. Yani, 2017'den beklediklerinizi kendinizden bekleyin. Siz önünüzdeki boş kâğıda nasıl bir yaşam damlatacaksınız? Elinizdeki kalemi, kâğıdı bırakmayın ve 2017'de yapmayı planladığınız şeyleri detaylandırmadan yazın.

Bu yıl İngilizce öğreneceğim.

4) '1 Ocak'ta başlarım,' dediğiniz ne varsa şimdiden başlayın.

Evet, taze bir tarih yeni alışkanlıklar edinmek adına muhteşem bir fırsat gibi gözükebilir; ki öyle. Fakat küçük-büyük hiçbir alışkanlık bir günde elde edilmiyor. Yani spor yapma alışkanlığını 2-3 günde kazanmıyorsunuz. Bunun için belli bir süre vermişler: 21 gün. Ne derece doğru, yanlış bilinmez lakin evet, bir şekilde o 3 haftaya ihtiyacınız var. Yeni yılda nasıl biri olmayı ve bunun için neler yapmayı planlıyorsanız şimdiden yapın. Güne erken başlayan ve dakik biri mi olmayı planlıyorsunuz? Şimdiden bunu yapmaya başlayın. Daha mı fazla su içmek istiyorsunuz? Ertelemenize lüzum yok bugün içtiğiniz sular 2017'ye kadar ulaşamayacak bile, endişelenmeyin.


5) Ne yapmayı planlıyorsanız araştırın ve konu hakkında bilgi toplayın.


Artık sağlıklı bir yaşama başlamak istiyorsanız ne tür yiyecekleri nasıl tüketmeniz gerektiğini bilmelisiniz. Ya da erken kalkamıyor, kalksa da yatakta debelenip duruyorsanız bunu nasıl yenebileceğiniz ile alakalı bir yazı okuyabilirsiniz. Kum zemine dikilen binalar gibi hayatınız da sallantıya girmesin. Körü körüne girişeceğinize yapacağınız işe, ölçerek tartarak girişin. Hem daha önceden fark etmediğiniz bir şeyi fark etmenizi bile sağlayabilir bu araştırma serüveni.


6) Plan yapın. Öyle bir alışkanlığınız yoksa bile gidişatı kafanızda şekillendirin.


Her şeyden azar azar, demişler. Ne tamamen anı yaşamak ne de tamamen planlı ilerlemek. [Hoş, 2. söylediğim pek mümkün olabilen bir şey değil. Bu dünyada ne yazık ki sadece kendimiz yaşamıyoruz.] Ertesi gün ile alakalı yapılan küçücük bir plan bile çıkabilecek aksiliklerin yahut zaman darlıklarının bir kısmını önlemeye yarıyor. Kendinize bu konuda bir sistem bile yaratabilirsiniz. Benim sistemim şöyle işliyor mesela: Perşembe günü ütü yap. Saati yok, vakti yok. Yapamadın mı o gün? Çok acele değilse ertesi güne ertele. [Çok iyi bir örnek teşkil etmedim muhtemelen lakin ben o planı saati saatine uygulayamayan kesimdenim. Selam!]


7) Önce düşüncenizi, sonra eyleminizi, ardından da hayatınızı değiştirin.


Emeklemeden adım atılmaz, adım atmadan yürünmez, yürümeden koşulmaz. Bugün olduğunuz kişiyi, geçmişte yaptığınız eylemler ve verdiğiniz kararlar belirledi. Yarın olacağınız kişiyi de aynı şekilde bugün vereceğiniz kararlar ve alışkanlığa dökeceğiniz eylemler belirleyecek. Sürekli elinizi yıkarsanız, el yıkama takıntınız oluşur. Bunun gibi bir şey. [Uuu, yazı uzadıkça saçmalamaya başladım.]




8) Önceliklerinizi iyi belirleyin.

Kaç yaşındasınız? 2017 sizin için hayatınızın hangi dönemi? Sınav döneminiz mi, iş hayatınızın bir dönemi mi, okula yeni mi başladınız? Örneğin okula yeni başladıysanız yapmanız gereken derslerinize, eğitim hayatınıza ve kişiliğinize ekleyebileceğiniz yeni özelliklerinize ağırlık vermek. Bunun için alışkanlıklarınıza neler eklemeniz gerekiyor? Düzenli ders çalışmak? [Hayatımın hiçbir evresinde yapamadım sanırım.] Erken kalkıp güne zinde başlamak?

Hayatınızı ve gidişatının sizden başka kimse iyi bilemez. Bu sebeple neye öncelik vermeniz gerektiğini, neyi daha sonraya bırakabileceğinizi kararlaştırın. Kâğıt, kalem hâlâ yanınızda mı?


9) 2016'dan kalanları temizleyin.


Mail kutunuzu, mesaj geçmişlerinizi, odanızdaki gereksiz ve bir süredir kullanılmayan eşyalarınızı, bitmiş malzemelerinizi, giymeyeceğiniz kıyafetlerinizi... Bu liste uzar gider. Uzun zamandır hayatınızda bulunan şeyleri temizleyin, düzenleyin. Kendinizle beraber çevrenizi ve hayatınızdaki oluşumları da yeni yıla hazırlayın.




10) Bu yazıyı bitirene kadar geçirdiğiniz süreyi bir daha kazanamayacağınızı bilin.


2016 rüzgâr gibi geçti, 2017 de geçip gidecek. Daha girmedik bile fakat ben biteceği anı gözümde çoktan canlandırmaya başladım. Zamanın kıymetini bilmek lazım, deriz; birkaç saniye bu durumun vahameti gözlerimizin önüne serilir, ardından da normal hayatımıza devam ederiz. Lakin hiçbir zaman gerçek anlamda kavrayamayız hakikati. Zaman, algımız doğrultusunda oluşan bir şey, yavaşlığı ya da hızlılığı ile beraber tamamen bizim algımıza göre varlığını sürdürüyor. Şu yaşınızın bir daha geri gelmeyeceğinin farkında olarak tüketin zamanınızı. Bir daha çocuk olmayacaksınız mesela, aynı şekilde bir daha bu yaşta da olamayacaksınız.

2017 için size verilen boş kâğıdın mürekkebini seçerken bunu dikkate alın. Öleceğiniz güne kadar yaşamınızı ne şekilde değerlendirmek istiyorsunuz? Geri dönüp baktığınızda Daha iyisini yapabilirdim, dememek için bugün daha iyisini yapın. Bunu hayata meydan okumak için yapın, ciddiye aldığınız için değil.

Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

10 Aralık 2016 Cumartesi

Seri Yorumu | Kurucunun Kızı / Devrimin Kızı - Amy Engel (The Book of Ivy Serisi)

Seri Yorumu | Kurucunun Kızı / Devrimin Kızı - Amy Engel (The Book of Ivy Serisi)

The Book of Ivy Serisi - Amy Engel


Dehşet verici bir nükleer savaş sonrası Amerika Birleşik Devletleri büyük ölçüde yok edilmiş, sadece küçük bir grup hayatta kalmıştı. Geriye kalanları kimin yöneteceği konusunda Lattimer'lar ve Westfall'lar arasında çıkan savaşı Westfall ailesi kaybetmişti. Ve beş yıl sonra barış ve kontrol, her yıl yapılan bir törenle, kaybeden tarafın kızları ile kazanan tarafın erkeklerinin evlendirilmesiyle sağlanmaktaydı.
Bu yıl benim sıram gelmişti.
Benim adım Ivy Westfall ve görevim basitti: Başkan'ın oğlunu, müstakbel kocamı öldürmek ve Westfall ailesinin gücünü geri kazanmasını sağlamak.
Ama görünen o ki, Bishop Lattimer ya çok yetenekli bir oyuncu ya da ailemin iddia ettiği gibi kalpsiz, zalim bir çocuk değil. Hatta beni bu dünyada gerçekten anlayan tek kişi bile olabilir. Ama kaderimden kaçmama imkân yok.Ben Westfall mirasını geri alacak kişiyim.
Çünkü Bishop ölmeli. Ve onu öldüren ben olmalıyım.


BEN IVY WESTFALL.
KURUCUNUN KIZI.

Nükleer bir savaş sonrası hayatta kalan az sayıdaki insandan biriydim. 16 yaşında kendimi bir güç savaşının ortasında buldum. Annemin katilinin oğluyla evlenmeye zorlandım. Görevim o kadar da zor değildi. Devrime öncülük edebilmem için kocamı öldürüp ailemin yönetimi ele geçirmesini sağlamalıydım, o kadar...

Ben Ivy Westfall. Artık sistemin kurbanı değilim. Görevim artık eskisinden daha zor. İnandığım şeyler uğruna, her şeyimi kaybetme pahasına savaşacağım...

İsmim Ivy Westfall. Ben Devrimin Kızı'yım.



Merhabalar.

Hakkında hem iyi hem de kötü yorum okuduğum bir seriydi, The Book of Ivy serisi. Çok derinlemesine yorumlara bakmadım elbette, beni etkilememesi adına. Lakin çok da bir şey fark etmedi gibi görünüyor.

Amy Engel'ın Goodreads hesabında dolandım yazıyı tamamlamadan evvel. Seri iki kitaptan oluşan bir duology. Yani 3. bir kitabın gelme gibi bir olasılığı şu an için yok, yazar böyle bir şey düşünmüyor. Lakin belki -bu düşünceye daha sıcak bakıyor- Bishop'ın novellasını yazabilirmiş. Şu an için bu da belli değil, bunu isteyen okurlar varmış. En belirgin şey ise yazarın Mart 2017'de The Roanoke Girls adlı, gizem-gerilim türünde bir kitabı geliyor. [Roanoke neymiş? Virginia'daki bir şehirmiş.]
Ara not: Bizim kapaklar da çok hoş ama Fransızların kapaklarını da çok hoş buldum ben. Hemen de buraya bırakıyorum.



Öncelikle serinin ilk kitabı olan Kurucunun Kızı hakkında bir yorum yapmak istiyorum: Ne çok beğendiğim ne de çok yerdiğim bir kitap oldu benim için. Kitap, distopya türüne göre eksik kalmış bir kitaptı bana göre. Konusu geliştirilebilecek düzeydeydi, belki de. Kitabın ana karakteri Ivy'yi ilk kitapta da ikinci kitapta da sevemedim zaten bir türlü. Sevemedim de demeyeyim hadi, bir çekim oluşmadı aramızda. [Elektrik alamadım, Esra Hanım.]

Ailesinin doğrularına ve inançlarına sorgusuz sualsiz bu denli saplanışı benim tasvip ettiğim bir durum olmadı. Elbette iş empatiye geldiğinde anlamaya çalıştım yeterince. Yine de beyin denen bir şey var, kullanalım diye. Bize dayatılan her şey doğru değil nihayetinde. Şüphe.

İlk kitap arka kapakta yazdığı gibi Bishop'ı -kocasını- öldürme girişiminden ve bu esnada onu yavaş yavaş tanıyışından ibaret. Söylenildiği gibi biri olmadığını fark ediyor, Ivy. Yaptıklarını ve yapmak üzere olduklarını sorguluyor, bu güzel bir şey. Lakin sonucunda yine saçma sapan kararlar veriyor, bu da kötü bir şey.

Daha derine girmiyorum.

Devrimin Kızı'na gelirsek... Ya öncelikle bir şeyden bahsetmek istiyorum. Arka kapakta 3 defa tekrar eden cümle: Ben Ivy Westfall. Tekrar çoğu zaman nesri güzelleştirir eğer yerinde kullanılırsa. Fakat bu arka kapak yazısında pek yerinde kullanıldığını düşünmüyorum. Okumayı bitirdiğimde Adını ezberledim, yeter artık, demiştim. Arka kapakta bahsetmediği için 2. kitapta ne anlattığından ben de bahsetmeyeceğim.

2. kitapta en beğendiğim karakter Bishop oldu. (Adını duymayan kalmamıştır zaten.) Mantıklı ve ön yargılarından arınmış bir karakterdi. Seri boyunca sergilediği duruşu takdir ettim diyebilirim. Ivy için ne yazık ki aynı şeyi söyleyemiyorum. Ne isteyip istemediğini, neyden tam anlamıyla korktuğunu dahi anlayamadığı için yaşandı tüm bu olaylar zaten.

Seri için en net düşüncem şu olabilir: Bizde dizisi çekilse kimse yadırgamaz.

Distopyadan çok entrikaların ortalıkta dönüp durduğu bir kitaptı. Türüne uygun bir kitap değildi pek, eksikleri vardı. Asıl nokta bu sanırım. Bir diğer yandan da karakterin yaşından ötürü ortaya koyduğu kararlar vardı. Bu sebepten de çok sert yaklaşamıyorum. [Kahrolsun, empati.]

Distopya türünde bir seri arıyorsanız pek önermem, zira eksiklikler rahatsız edebilir sizi. Lakin vakit geçirmek ve az biraz hoş bir aşka yelken açmak istiyorsanız önerebilirim sanırım. Belki. Bilmiyorum. [Taş atmayacaksanız, belki?] Devrimin Kızı, Kurucunun Kızı'na göre daha iyiydi elbette. Bunu da söylemeden geçmiş olmayayım.

Puanlarım 2/5 - 3/5.

Alıntılar:
Odadan çıkarken kapıyı arkasından kapattı. Yatağa yürüyerek kenarına oturdum. Titremelerini durdurmak için parmaklarımı dizlerimin arasına sıkıştırdım. İçeri giremesin diye kapı kolunun altına dayayabileceğim bir sandalye olsaydı, daha iyi hissederdim. Ama aslında,içeri geleceğine inanmıyordum. Beni inciteceğini düşünmüyordum ve bundan ne çıkaracağımı bilmiyordum. Eğer incitseydi her şey daha kolay olabilirdi. KK
...Ara verdi, doğrudan bana bakıyordu. "Kızgınken gözlerinde şimşekler çakmasından hoşlanıyorum. Bilmek istediğin bu muydu?" Göğsümde bir şeyler sıkıştı. "Bir başlangıç," dedim. KK
O gittikten sonra uzun süre kaldırımda dikildim. Eğer kullanıldığının farkındaysan ve ve yine de buna izin veriyorsan gerçekten kullanılıyor olur muydun? KK
Birçok insan bu kadar şanslı mıydı? Onları gerçekten anlayacak birini bulacak kadar? Onları sürekli daha çok kendileri gibi birine dönüştürmeye çalışmak yerine, dünyaya bakışlarının ve yaklaşımlarının bütün garip ve yabancı yollarını kabul edecek birini bulacak kadar? Diğer birçok kişi beni başka türlü bir kıza dönüştürmeye çalışmışken Ivy olmama izin vermek, Bishop'ın bana verebileceği en değerli hediyeydi. DK 
Bishop'ın gülümsemesi yavaş yavaş belirdi, dudakları bir kenarından ötekine doğru kıvrıldı. Gözleri parlıyordu. Bu sessiz anda, onu hiç görmediğim kadar mutluydu. Nihayet, "Bu kızı seviyorum," dedi. "Her zaman sevdim." Boş elinin başparmağını elmacık kemiğimin üzerinde gezdirdi. "O kız her zaman buradaydı." DK
Esen kalın, hoşça kalın.

27 Kasım 2016 Pazar

Kitap Önerisi | Yabancı - Albert Camus

Kitap Önerisi | Yabancı - Albert Camus

Yabancı - Albert Camus

1942'de yayımlanan Yabancı, romancı, tiyatro yazarı ve düşünür olarak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yalnız Fransa'da değil tüm dünyada kuşağının sözcüsü ve yol göstericisi olarak kabul edilen Albert Camus'nün, ilk ve en çok ses getiren yapıtıdır. Romanda, bir Arap'ı öldüren ama bu suçtan çok, gerçek duygularını dile getirdiği ve toplumun istediği kalıba girmeyi reddettiği için dışlanan bir "yabancı" aracılığıyla, XX. yüzyıl insanının içine düştüğü yabancılaşma anlatılır. Bir türlü ele geçirilemeyen "anlam"ın sürekli aranışını, bilincin toplumdan ve dış dünyadan kopuşunu, topluma yabancı duran kahramanın çevresiyle ve toplumla arasındaki çatışmayı anlatan roman, büyüleyici gücünü arka plandaki derin ve suskun acıdan alır. Camus, genç kahramanı Meursault'nun dış dünyayla arasına koyduğu mesafeyi, kendine ve topluma yabancılaşmasını, annesinin ölümü dahil her şeye nesnel bir biçimde yaklaşmasını büyük bir ustalıkla dile getirir.

Merhaba.

Albert Camus ile elbette ki en çok bilinen ve en çok ses getiren romanı Yabancı sayesinde tanıştım. Önsözünde yazdığına göre Edebiyat dünyasına asıl girişini 1942'de yayımlanan Yabancı adlı romanı ve Sisifos Söyleni başlıklı felsefi denemesi belirlemiş. Birbirini tamamlayan bu iki yapıtta, varoluşçu izler taşıyan "saçma" felsefesini geliştirmiş ve Yabancı 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülmüş.

Yabancı, değişik ve hoş bir kitaptı benim için. Kitap, ana karakter Meursault'nun, annesinin ölüm haberini alması ile başlıyor. Sonrasında yaşanan olaylara değinmiyorum. Kitap 2 ayrı bölümden oluşuyor zaten. 2. Bölüm de Meursault'nun bir Arap'ı öldürmesinin ardından yaşananlara yer veriyor. Genel hattı ile böyle Yabancı. Zaten romandan ziyade hikaye tadı veren bir kitap. Büyük iki olay var ve diğerleri bu olayların çevresinde gerçekleşen küçük küçük olaylar.

Kitabı değişik ve ilginç kılan başlı başına Meursault. Düşünceleri, fiilleri, olaylara yaklaşma biçimi... Bütün olaylar Meursault'nun ağzından anlatılıyor zaten, günlük tarzına has. Şöyle bir şey hayal edin: Meursault'nun elinde bir defter, bir kalem var. Kendi bedeninden sıyrılmış, bedeninin hareketlerini gözlemliyor ve tamamen objektif bir şekilde bunu kaleme alıyor. Kimi cümleleri olabildiğince yalın, kimileri ise detaylandırılmış.

Bütün yaklaşımını özetleyecek tek cümle de şu olurdu muhtemelen: Fark etmez. Günlük hayatta çok sık karşılaştığımız bir sözcük öbeği lakin Meursault bunu hakkıyla kullanan nadir insanlardan. O ya da bu, hiçbir şekilde fark etmiyor Meursault için. Arka kapakta bahsedilen şu cümle ile bahsettiğim şey anlatılıyor muhtemelen: Bir türlü ele geçirilemeyen "anlam"ın sürekli aranışını, bilincin toplumdan ve dış dünyadan kopuşunu, topluma yabancı duran kahramanın çevresiyle ve toplumla arasındaki çatışmayı anlatan roman, büyüleyici gücünü arka plandaki derin ve suskun acıdan alır.

Kitap sizin kendiniz ile münakaşa etmenize neden oluyor. Doğru ile yanlış kavramlarınızın orta yerine dalıyor, kavramlarınızı yeniden derlemenize sebebiyet veriyor.

Meursault karakterini beğenmekten ziyade kabullendim, olduğu gibi kabullenip dolaştım onun satır çizgilerinde. Yabancı size bunu da soruyor: Sen ne düşünüyorsun? Ne düşünmeniz gerektiğine yahut ne düşüneceğinize karar veremediğiniz bir kitap bana göre.

Bunalımı ve yabancılaşmayı Meursault ve yaşadığı olaylar ile yerinde bir şekilde anlattığını düşünüyorum. Absürtü okumak istiyor ve bundan hoşlanıyorsanız kesinlikle okuyun, derim. Benim beğendiğim bir roman oldu Yabancı. Muhtemelen yakında Camus'nün diğer kitaplarını da toparlayıp okuyacağım.

Bahsetmem gereken başka bir şey daha var: The Stranger.

Yabancı'nın uyarlaması olan 1967 yapımı, İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının usta yönetmenlerinden Luchino Visconti'nin yönettiği film. Kitabı okuduktan bir süre sonra hakkında yaptığım araştırma esnasında karşıma çıktı bu film. Zaten tam anlamıyla altyazılı filmini de bulamadım, sadece YouTube'da denk geldim. Şimdi size bahsetmek için de açıp bir göz gezdirdim filme. Göz gezdirdim diyorum çünkü izlemeye kalkıştım ve bunalıp kapattım filmi.

60 dönemi monokrom çekilmiş filmlere âşık olmama rağmen, 60 sonları 70 başlarında başlayan renkli sinema döneminin ilk eserleri de bir o kadar sıkmıştır beni. Bu film de 67 renkli filmlerinden. Dublajlar, çekim teknikleri, falan filan hiç girmiyorum o konulara. Tamamen kişisel tercihinize bağlı olarak katlanabileceğiniz yahut katlanamayacağınız bir durum, bu bahsettiğim konu. Ben katlanamayan taraftayım ama izlememe nedenim bu değil.

Meursault karakterini iyi verememiş bir film bana göre. Vermek zorunda değil belki de lakin ben o karakteri doğru biçimde görmek istiyordum. İstediğimi alamadım. Kitapta var olan Meursault olaylara yaklaşımı ile farkındalık sürecini tamamen geçirmişti bana. Yabancılaşmasını anladım, okudum, özümsedim. Filmdeki Meursault karakteri ise daha umursamaz bir karakter olmuş zannımca, onu hiç beğenemedim. Kitapta Daha dün annen öldü, neden böyle bir şey yapıyorsun? demezken filmdeki adamın yaptıkları lakayt geldi gözüme.

Neyse iyice saptım konudan. Böyle bir film var, uyarlama adı altında. Göz atmak yahut izlemek isterseniz diye linkini de şuraya bırakıyorum. Altyazılı olarak izleyebilirsiniz.

Puanım 4/5.

Alıntılar:
Ben de iskemlemi çevirip tütüncününki gibi koydum, böyle daha rahat olduğunu anlamıştım çünkü. İki sigara içtim, bir parça çikolata almak için içeriye girdim ve gelip bunu pencerenin önünde yedim. Biraz sonra gökyüzü karardı, bir yaz yağmuru indirecek sandım. Oysa hava, yavaş yavaş yine açıldı. Fakat bulutların geçişi,sokağın üzerinde neredeyse yağmur yağacak gibi bir hava bırakmıştı. Bu yüzden sokak daha da karanlıklaşmıştı. Uzun zaman pencerenin önünde durup gökyüzünü seyrettim.
...İskemlenin arkalığına uzun zaman dayanarak durduğum için biraz boynum ağrıyordu. Aşağıya inip ekmek ve kıyma aldım, yemeğimi pişirip ayakta yedim. Pencerenin önünde bir sigara içmek istedim ama hava serinlemişti, biraz üşüdüm. Pencereleri kapadım ve geri dönerken aynadan, üstünde ispirto lambası, onun yanında da ekmek parçalarıyla, masanın bir ucunu gördüm. Kendi kendime, neyse, bu pazar da geçti, annem gömüldü, işe yeniden başlayacağım, sonuçta değişmiş hiçbir şey yok, diye düşündüm. 
...O zamanlar sık sık şöyle düşündüm; beni kuru bir ağacın gövdesine hapsetseler de yavaş yavaş ona da alışacaktım. Kuşların geçişlerini, bulutların birbirlerine rastlayışlarını bekleyecektim, nitekim burada da avukatımın acayip kravatlarını görmek için, başka bir âlemde de Marie'yi kollarımın arasına almak için cumartesiye kadar sabrediyordum. Halbuki iyi düşünülürse kuru bir ağacın gövdesi içinde değildim. Benden daha mutsuz olanlar da vardı. Zaten annem de böyle düşünürdü; sık sık, insanın sonunda her şeye alışacağını tekrarlardı.
Esen kalın, hoşça kalın.

20 Kasım 2016 Pazar

Kitap Yorumu | Kitap Hırsızı - Markus Zusak

Kitap Yorumu | Kitap Hırsızı - Markus Zusak

Kitap Hırsızı - Markus Zusak

Markus Zusak'ın, 2. Dünya Savaşı Almanya'sında yaşayan küçük kız çocuğu Liesel Meminger'in uzun süre hafızalardan silinmeyecek ilginç hikâyesini çarpıcı bir dille anlatan Kitap Hırsızı şimdiye kadar otuz dile çevrildi. Avustralya ve çeşitli ülkelerde pek çok ödül almasının yanı sıra; Amazon.com, Amazon.co.uk ve The New York Times çoksatanlar listesinde bir numaraya yükseldi.

Brezilya, İrlanda ve Tayvan'da da birinci sıraya yerleşirken, İngiltere, İspanya, Norveç, İsrail ve Kore'de ilk beşe girdi. Uzun süre çoksatanlar listelerinde üst sıralardaki yerini koruyan ve aynı isimle sinemaya uyarlanarak daha da geniş kitlelere ulaşmayı başaran Kitap Hırsızı, yazarın etkileyici dili ve merak uyandıran konusuyla klasikler arasında yer almaya aday bir kitap.

Merhaba.

Bu yorumu mümkün olduğunca taze yazmak istedim çünkü hislerimin ve düşüncelerimin o saf tadını unutmak istemiyorum. [Taze yazdı fakat yeni yayımladı.] Evde vaktim olmadığı için okul yolunda okudum bütün kitabı. Cümlelerine de yine otobüste son vermiş oldum. Son sayfalara geldiğimde çok kez kitabı parmaklarımın arasında sıkıştırmak zorunda kaldım. Başımı kaldırıp gökyüzüne, akıp giden yola baktım. Bu kitabın yeri bende farklı olacak; bunu ilk sayfadan beri hissediyordum sanki.

Önce filminin, ardından da kitabının varlığını öğrenmiştim zamanında. Ve -her zaman olmasa da- çoğu zaman için filmini izlemeden evvel kitabı okumayı tercih ederim. Bazı kitapların filmi izlense dahi yetebilir bir kişiye. Verilmek istenen mesaj yazarın diline uygun bir biçimde verilebilir. Bazıları ise bunu hiçbir şekilde beceremez.

Lakin... Bu kitap filmi izlense dahi okunması gereken bir kitaptı. Bu kitabı avuçlarınızın arasında tutmalısınız. Kelimelere dokunmalı, resimlerin çizgilerinin üzerinde parmağınızla gezintiye çıkmalı, okurken soluklanmak adına başınızı yukarı kaldırmalısınız.

Kitap 2. Dünya Savaşı sırasında varlığını sürdüren Nazi Almanyası'nı konu alıyor. [Bazı şeyleri bilmeden art arda denk getirmeyi severim.] Fakat normalde anlatılandan birazcık farklı, çok değil. Bu defa Yahudileri anlatmıyor kitap, Yahudilere yapılanları haklı da çıkarmıyor elbette. Bu defa baktığımız pencereden Alman yoksullarını görüyoruz; olaya bir de onların gözünden bakıyoruz. Kitapta bahsi geçen %10luk kesim... Olaya bir de buradan bakmak hoşuma gitti açıkçası. Anlatılmak istenen şey aynı, pencere farklı dediğim gibi.

Konu hakkında pek bir şey söylemek istemiyorum. Bütün olay Kitap Hırsızı Liesel Meminger'in yaşadıkları. Bütün her şey. Hayatına girenler, hayatından çıkanlar, çevresinde vuku bulan olaylar, kendi düşünceleri, istekleri, yaptıkları... Liesel ve çevresindekiler hakkında her şey.

Liesel'da en çok dikkatimi çeken nokta kelimeleri, hayata tutunmak adına halat şeklinde kullanıyor olmasıydı. Kitap çalıyor, çaldığı kitapları sayısız kez okuyordu. [Kitap çalmak o kadar da büyük bir suç olmamalı belki de?] Gün gelecek bir şey daha yapacaktı; bir çocuğun o günlerde neler yaşadığını anlatacaktı.

Anlatıcıya değinemiyorum bile zaten. Hakkında döküp saçmak istediğim onlarca kelime varken büyüyü bozmak istemiyorum. Anlatıcının kim olduğunu kendiniz görün istiyorum. Yahut ne...

Kitabın tasarımı... Bölüm başlarındaki açılmış kitap logosu, bölüm içerisine yerleştirilmiş küçük açıklamalar, pasajlar, çizilmiş resimler... Kendi içinde fazlasıyla orijinal, fazlasıyla ince düşünülmüş bir eserdi. Her biri ayrı ayrı güzeldi benim için. Çok hoşuma gitti.

Bütün karakterler ince elenip sık dokunmuştu resmen. Her biri ayrı ayrı hatırlanabilecek nitelikte özgünlüğe sahipti. Liesel''ın babası, annesi, Rudy, Max... sayamadığım onlarca kişi. Çoğunu unutmayacağım, bunu biliyorum. Yazarın kelimelerle dansı, ortaya koyduğu düşünceleri, gerçeklikleri... Kitapla alakalı o kadar çok şeyden bahsedebilirim ki... Toparlayamam diye korktuğumdan susuyorum.

Kitap Hırsızı bendeki yerini ilk sayfada hazır etmişti zaten, dediğim gibi. Bu kitabı bu denli beğenmemin sebebi kesinlikle konusu değil, kelimeleriydi. Karakterlere yazarın yaşattıklarıydı. Benim için, özel kılan bu noktalar oldu.

Kitabı okuduktan sonra Filmini de kesinlikle izlemem lazım, dedim fakat filmini izlemem biraz zaman aldı. 1-2 hafta sonra falan izlemiştim sanırım. Ve çok garip hissettim. Normalde kitabı okuduktan sonra filmi izlerim ve beğenirim yahut beğenmem. Bu defa film, başladığı andan itibaren tanıdık geldi bana. Liesel'ı ya da babasını gördüğümde gözlerim dolmaya başladı. [Ne var ne yok döktüm ortaya artık, hayırlısı.] Sadece filmini izlerseniz ne olur bilemiyorum, objektif bir yorum yapamam. Fakat ben kitabını okuduğum için filmden de haddinden fazla etkilenmiş oldum. Filmi izleyen kimi insanlar arkadaki sesin ne olduğunu anlamayıp yersiz eleştirilerde bulunmuşlar. Hoş, filmde değinilmedi lakin kitapta da ortaya serilmedi. Siz okudukça anlıyorsunuz ne olduğunu. [Ben ikinci mi üçüncü bölümde mi ne anlamıştım ne olduğunu, çok da şeyapmayın yani.]

Höf, konuştukça konuştum. Alın, okuyun yahu. Ben hiç bu denli şiddetle kitap önermedim sanırım hayatımda. Ben öneririm, beğenmezsiniz; orasına karışamam. Film mi, kitap mı? Kitap, ardından da film. Görmek çok başkaydı benim için.

Övdüm, övdüm, övdüm. Sonuç olarak Ekim ayının favori kitabı oldu benim için. Herkesin kitaplığında geri dönüp okuyacağı yahut bir defa ile sınırlı kalacak olan kitaplar vardır. Bu kitap bir daha okuyacağım kitaplar arasında. [Beklentiyi uçurdum, kaçayım o zaman ben?]

Puanım 5/5.

O kadar çok alıntı vardı ki buraya yazılabilecek... Kitap ile ilgili fazladan bilgi vermemek için almadım buraya. Buyurun:
El ele duruyorlardı. Yaşlar içinde son bir vedayla döndüler ve tekrar tekrar arkalarına bakarak uzaklaştılar. Ben biraz daha kaldım. El salladım. Kimse karşılık vermedi.
Liesel, kelimeleri okuyamayan kitap hırsızıydı. Ama inanın bana, kelimeler yoldaydı ve geldiklerinde, Liesel onlara bulut gibi ellerle tutunup yağmur gibi sularını sıkacaktı.
BODRUM, SABAH SAAT DOKUZ | Vedaya altı saat: "Bir akordeon çaldım, Liesel. Başka birine aitti." Gözlerini kapattı. "Ve ortalığı kırıp geçirdim."
SON İNSAN YABANCI, SAYFA 38 | Caddenin her yerinde insanlar vardı ama boş olsa yabancı bundan daha yalnız olamazdı.
Dünya çirkin bir yahni, diye düşündü. O kadar çirkin ki tahammül edemiyorum.
Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

P.S. Markus Zusak'ın Instagram hesabındaki açıklama kısmına yazdığı yazıyı bırakıyorum şuraya: I wrote The Book Thief, but still not sure how. (Kitap Hırsızı'nı yazdım fakat hâlâ nasıl olduğundan emin değilim.)

11 Kasım 2016 Cuma

Kitap Yorumu | Hiçliğin Kıyısında - J. A. Redmerski (The Edge of Never, #1)

Kitap Yorumu | Hiçliğin Kıyısında - J. A. Redmerski (The Edge of Never, #1)

Hiçliğin Kıyısında - J. A. Redmerski

Tesadüf, yazgıya verilen hayali bir isimden ibarettir...

Yirmi yaşındaki Camryn, alışılmışın dışında bir yaşam tarzı düşlemektedir. Fakat başına gelen trajediler bu yaşamı kendisinden zorla çekip alınca ilk bulduğu otobüse atlayarak varış noktasını bilmediği bir yolculuğa çıkar. Çıktığı bu kendini yeniden keşfetme yolculuğunda, kendisi gibi nereye gideceğini bilmeyen, Andrew Parrish adında biriyle tanışır. Fakat Andrew'un da bazı karanlık sırları vardır...

Andrew yolculukları esnasında Camryn'e kimseye bağlı kalmadan, içinden geldiği gibi yaşama, en derin ve kuytu arzularına teslim olma sanatını öğretir. Ancak Andrew'un ondan gizlediği sır yolun sonunda kendisini beklemektedir. Bu sır ikiliyi bir araya getirebilecek midir, yoksa onları sonsuza dek birbirlerinden ayrılmaya mı mahkûm edecektir?

Merhaba.

Bu yorumu yazmaya çalışmadan evvel yazarın Goodreads hesabına girip kitaplarına bir bakayım dedim. Bir de ne göreyim? Ben daha bu kitabı bitirdiğimde 2.kitaba (Sonsuzluğun Kıyısında) ne kaldı? O kitapta ne anlatılacak? diye düşünüyordum. Hemen ardından The Edge of Never serisinin 2017'de gelmesi planlanan 3. bir kitabı olduğunu gördüm. [The Book of ?] İsmi belli değilmiş henüz. Neyse. Kitabımıza döneyim.

Hiçliğin Kıyısında beklettiğim kitaplar listesinde yerini koruyordu. Özellikle de 2. kitabını görünce. Yaz sonu D&R'da 9.90 indiriminde yakalayınca artık dedim ki: Ne bekliyorsun?


Ve evet, yine kitabın arka kapak yazısı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. [Çok bodoslama mı dalıyorum ben, ne yapıyorum? Neye göre kitap seçtiğimi ben bile bilmiyorum.]

Arka kapakta yazdığı gibi olay Camryn'in sırt çantasını kavrayıp ilk bulduğu otobüse atlaması ile başlıyor. Zaten kişilik ve düşünce olarak da bu fikre oldukça yatkın olduğundan bahsediyor size kendisi. Kafası da dolunca faaliyete geçirmek kalıyor geriye. Nereye gideceğini bilmiyor, ne yapacağını bilmiyor. En son adam akıllı bir işe girmiş haldeydi, alıp başını gidince işinden de ayrılmış oldu tabii. Lakin ne hikmettir ki parasının suyu çekmedi bir türlü. [Bilmiyorum kaçırdığım bir nokta mı oldu? Efendim?]

Andrew Parrish denen gencimiz ile (Nedense yazınca adı çok klasik geldi kulağa, bilemedim.) Camryn otobüste tanışıp yolculuğun kalan kısmını birlikte geçirmeyi kararlaştırdıkları anda tatlı, romantik bir kitap olarak ilerleyeceğini düşünmüştüm halbuki. Çok yanılmışım. Çok da işin büyüsünü kaçırmak istemiyorum lakin töbe estağfurullah bir yere gitti hikaye. [Böyle yazınca da elindeki kitaba karşı gözlerini pörtletmiş halde bakan yaşlı bir teyze tahayyül etti gözlerimin önünde. Arka planda cık cık sesleri...] Elbette şikayetçi olarak söylemedim bunları da... beklemiyordum be Redmerski'ciğim. Biz neler okuduk. [Güya büyüsünü kaçırmayacaktım. Hani alkışım?] Neyse. Sonlara doğru gelişiyor bu tür zaten. Kitap iki ayrı tür gibi bir şeye dönüşüyor böyle olunca. Saçmaladım iyice, devam ediyorum.

Kitapta yer alan parçalar ise ayrı bir konu. Kenara not aldıklarım kadarıyla dinlemenizi tavsiye edebileceğim bir çalma listesi oluşmuştur muhtemelen. [Tuttum seni Andrew diyeceğim ama korkuyorum, çocuğum.]
Kansas - Dust in the Wind
Kansas - Carry on Wayward Son
Rolling Stones - Laugh, I Nearly Died
The Civil Wars - Barton Hollow
Karanlık sırlar... Reklam açısından mı bilmiyorum ama o sırra karanlık sır demek garip geldi bana. Bu sır ile ilgili hoşuma giden en önemli şey klişe olmasına rağmen klişe bitmeyişi idi muhtemelen. Sadece Redmerski, o son sahne ile bitiş sahnesi arasındaki ince bağlantıyı kurmak adına hızlı geçmeseydi, daha iyi olurdu. Biraz ani yaşanmış gibi oldu orası, bana göre.

Sözün özü, su gibi akıp giden bir kitaptı. [Öyle ki post-it takmaya vakit falan bulamadım, unuttum. Dönüp tekrar aramam ve bulmam gerekti, paylaşacağım alıntılar için.] Entrikaların olmadığı, gereksiz yanlış anlaşılmaların bulunmadığı bir kitap okumak isterseniz gidin, alın bu kitabı. İçim bayılıyor şahsen bir raddeden sonra yanlış anlaşılmalardan ötürü ortaya çıkan saçma sapalak durumlardan.

Puanım 3/5. [Goodreads'te ortalaması 4.22 falan. Herkes 5'i yapıştırmış, Allah Allah. Favori denecek kitaplarından birisi bu ise bu insanların... Bana düşmez tabii. Sustum.]

Alıntılara bırakıyor sahayı ve ayrılıyorum:
Önce yağmur suyu gözüne girdi, ama yine de dediğimi yaptı. Ara sıra gözlerini kırpıştırıyor, yağmurdan korunmak için yüzünü yan tarafına saklamaya çalışıyor, bir yandan da hafifçe gülüyordu. Kendini doğruca yukarı bakmaya zorladı, ama bu kez gözlerini kapatıp ağzını hafifçe açtı. Dudaklarını, yağmurun o dudaklarda oluşturduğu minik nehirleri, gülümseyişini, damlalar boğazına kaçınca ürkmesini izledim. Gülümseyerek, kahkahalar atarak sırılsıklam bir halde yüzünü göğsüme gömmeye çalışırken omuzlarının kalkışını seyrettim. Onu öyle çok izledim ki yağmurun yağdığını unuttum.
"Acı, acıdır güzelim." Ne zaman bana 'güzelim' dese söylediklerinin içinde en çok dikkatimi çeken kelime bu oluyordu. "Birinin sorununun diğerininkinden daha az sarsıcı olması, o kişinin daha az acı çekmesini gerektirmez."
Esen kalın, hoşça kalın.

p.s. Eddie'nin Caju aksanı ile konuşmasının çevirisi Ege şivesi gibi olmamış mı yahu?
Benim çok hoşuma gitti.