Film Önerisi | VOL-İ (WALL-E)

30 Aralık 2017 Cumartesi

Kitap Önerisi | Genç Bir Doktorun Anıları - Mihail Bulgakov

Kitap Önerisi | Genç Bir Doktorun Anıları - Mihail Bulgakov


Merhabalar.

Genç Bir Doktorun Anıları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nın Modern Klasikler Dizisi'nde yer alan 47 numaralı kitap. Mihail Bulgakov'un da okuduğum ilk kitabı. Kendisinin Türkiye İş Bankası Yayınları tarafından çıkarılmış diğer kitapları şunlar: Ölümcül Yumurtalar (1925), Köpek Kalbi (1925). [1925 yazdım ama bu tarih Bulgakov'un bu kitapları yazdığı tarih. Yayımlandığı tarihler ise farklı.] Usta ile Margarita ise en iyi eseri olarak tanımlanıyor, kitap Can Yayınları tarafından dilimize çevrilmiş.

Yazarın döneminde pek kıymeti bilinememiş. Yazılmış bir çok kitabı Sovyet Rusya döneminde yasaklanmış. Bulgakov denince akla gelen ilk şey, kara mizah olmalı. Kendisi Hiciv Ustası olarak da biliniyor. Henüz bir kitabını okuma fırsatım oldu -ve kesinlikle son da olmayacak- fakat tek bir kitabından bile anlayabiliyorsunuz tarzının nasıl olduğunu.

1917 yılında iyi bir dereceyle okulundan mezun olan genç bir doktor, Rusya'nın ücra bir köşesine göreve gönderilir. Devrim zamanındaki Rusya'yı anlatıyor kitap. Savaşın hırçın dalgaları ülkenin bir taraflarını kasıp kavururken doktorumuzun bulunduğu bölgede savaşın dolaylı etkilerine rastlıyoruz.

Doktor falancanın atandığı hastanede 3 kişi var: Demyan Lukiç, Anna Nikolayevna ve Pelageya İvanovna. 2 ebe, 1 sağlık memuru, bir de kendisi. Elinde ise sadece üst dereceyle mezun olduğu okulun diploması ve sınavları vermek adına ezberlediği tonlarca bilgi var. Yaşı genç, toy ve ne yapacağı hakkında gram fikri yok. Daha ilk günden sol bacağı keten tarağına sıkışmış bir kız geliyor. Ampütasyon yapılması gereken. 

Yazarın kendisi de tıp fakültesinden mezun. Bundandır ki bir doktorun, özellikle de yeni mezun olmuş ve bir başına kalmış bir doktorun, neler hissedebileceğini çok güzel anlatmış. Ben de bir şekilde sağlık sektöründe yer alıyorum ve yazdıkları beni bile etkiledi. Sadece doktorları anlatmıyor elbette bu kitap. Yeni mezun olmuşsanız ve iş hayatına atılacaksınız sizi de anlatıyor. Tabii sizin en ufak bir yanlışınızda bir insanı öldürme riskiniz daha az.

Bütün o bilgi yığınını pratiğe döküşü, tecrübe sahibi olmayı, kendi fikirlerini vermek zorunda kalmayı o kadar güzel anlatmış ki. Bunu yaparken sivri dilinden ve mizahından da ödün vermemiş tabii. Kitabı okurken doktor ile beraber geriliyorsunuz, üstüne bir de gülüyorsunuz. İkisi birleşince ortaya çok güzel bir kombinasyon çıkıyor.

Bu güzel kitabın mini de bir dizisi var: A Young Doctor's Notebook. İlk bölümü 2012 yılında yayımlanmış, Daniel Radcliffe ve Jon Hamm'in başrollerini çektiği, İngiliz yapımı bir kara komedi dizisi. Fragman için tık tık. Dizi 2 sezondan, her sezon 4 bölümden, her bölüm de 20 küsür dakikadan oluşmakta.

Şimdi, dizi kitaptan biraz daha farklı. Kitapta genç doktorun yaşlanmış halinden genç halini dinliyormuşuz, daha doğrusu hatırlıyormuşuz gibi bir hava var. Yaşlı hal dahil değil yani olaya. Dizide ise yaşlı hal ile genç halin zaman zaman karşıya geldiğini, diyalog içerisinde bulunduğunu görüyoruz. Başka birkaç değişiklik daha var ama bahsetmeyeyim onlardan. Bunun dışında temele öyle ya da böyle sadık kalmışlar. Okuduktan sonra izlemenizi tavsiye ederim, kesinlikle güzel bir dizi olmuş.

Yalnız.

Dizi ile alakalı küçük bir rahatsızlığım oldu izlerken. Dizi içerisinde bir yerde genç doktorumuzun bir kitap ile alakalı sahnesi oluyor. Kitap ise şu şekilde geçiyor: Türk Erotik Dergisi. Bu Genç Bir Doktorun Anıları kitabında yer alan bir bilgi yahut olay değil. Kitapta böyle bir şey yok, diziye eklemişler. Konuyu tasdik etsin diye eklemişler diyelim hadi, neden Türk Erotik Dergisi diye bildirmişler? Çünkü bu şekilde lanse edilen kitap tıbbi bir kitap, bilgi kitabı. Ama izleyici bunu anlayamıyor haliyle, ben de anlamadım. Araştırınca öğrendim. Böyle bir bilginin bölüm içerisine neden sokuşturulduğunu anlamış değilim. İzleyen olursa ve anlarsa beni bilgilendirsin lütfen. Çok memnun olurum.

Neyse sözün özü, bu kitabı alıp okumanızı tavsiye ediyorum. Bir yerinden elbet sizi yakalayacaktır, dediğim gibi. Bu kitap sadece bir doktoru anlatmıyor, sizi de anlatıyor. Doktor adayıysanız yahut mezun olmaya yaklaştıysanız şiddetle tavsiye ediyorum. Sonra da keyifli bir vakit geçirmek için açın, dizisini izleyin. Her iki oyuncu da -ve diğerleri de- iyi bir iş çıkarmış ortaya. Fazla uzun da değil. Bir günde biter.

Puanım 9/10.

Alıntılar:
Ama ya bir kadını getirirlerse, bir de kadın ters doğum yapacak olursa? Yahut diyelim ki boğulmuş fıtığı olan biri gelirse ne yaparım? Söyleyin lütfen. Kırk sekiz gün önce dereceyle bitirdim üniversiteyi ama derece başka bir şey, fıtık başka...
"köyde büyük tecrübeler kazanılabilir," diye düşünüyordum uykuya dalarken, "fakat okumak, okumak ve daha çok okumak gerek..."
Hayır. Asla, uykuya dalarken bile olsa beni hiçbir şey şaşırtmaz demeyeceğim böbürlenerek. Hayır. Bir yıl geçti, yeni bir yıl daha geçecek ve bu da geçen yıl gibi bir yığın sürprizle dolu olacak. Demek ki öğrenmeye boyun eğmek gerekiyormuş.
Uzaklarda bir yerlerde hayat fırtınalı bir şekilde, hızla devam ediyor; fakat benimse yalnızca pencereme vuran, tıkırdatan ve sonra da hiç fark ettirmeden sessiz kar tanelerine dönüşen yağmur damlalarım vardı.
Yalnızlık önemli, kayda değer düşüncelerdir; derin düşüncelere dalma, sükûnet, bilgeliktir...
Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

29 Aralık 2017 Cuma

Kitap Önerisi | Ermiş - Halil Cibran

Kitap Önerisi | Ermiş - Halil Cibran


Merhabalar.

Tesadüf eseri alışveriş listeme eklediğim Ermiş kitabı sayesinde Halil Cibran'ı tanıma şansım oldu. Öncesinde adını duymamış -ne büyük ayıp benim için şu an- ve kitaplarına da denk gelmemiştim. Geç olsun, güç olmasın demişler tabii.

Halil Cibran, Lübnan asıllı şair, filozof ve ressammış. (Ressam olmasına nedense şaşırmadım, niye bilmiyorum. Ama bu adamın çizmesi gerekiyormuş gibi hissetmişim, öğrendikten sonra fark ettim.) Halil Cibran'ın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından çevrilmiş diğer kitapları şunlar: Meczup (1918), Kum ve Köpek (1926), Ermişin Bahçesi (1931) ve Gezgin (1932).

Çevrilmiş bütün kitaplarını da en kısa sürede almak istiyorum.

The Prophet kelime anlamı ile Peygamber anlamına da geliyor. [Kitabın orijinal adı, The Prophet.] Halil Cibran hayata ve insanlara dair anlatmak istediği ne varsa dayamış döşemiş kitabına. Bunu da öyle güzel, öyle zarif yapmış ki... Halil Cibran bir Hristiyan olsa da inancı normal Hristiyan inancından farklı. Kimileri ana karakterin adının Mustafa olmasından ötürü kahramanın Hz. Muhammed (s.a.v.) olduğunu, kimileri de kitap içerisindeki metinlerin bazı İncil ayetleriyle benzer olduğunu iddia etmiş. Benim kafam ise karışık.

Kitabı kaldırdım bir köşeye, daha bir çok kez okunmak üzere. Çünkü tek seferde anlaşılabilecek bir kitap değil. Bazı cümlelerinin anlamını kavrayamıyorsunuz ilk okuyuşunuzda. Ermiş, Halil Cibran için de çok önemliymiş anlaşılan. Kendisi şöyle demiş:
Lübnan'da bu kitabı yazmayı ilk kez tasarladığımdan beri, bir tek günüm bile Ermiş'siz geçmedi. Kitap benim bir parçam haline gelmiş gibiydi. Metni yayıncıma teslim etmeden önce tam dört yıl elimde tuttum. Çünkü emin olmak istedim, içindeki her sözcüğün kendimden verebileceğim en iyi sözcük olduğundan emin olmak istedim.
Kitabı okudum ama benim için bu kadar farklı bir yerde olmasını sağlayan şey sadece kitabın kendisi değil. Bu kitabın bir de 2014 yılında Roger AllersTomm MooreNina Paley ve diğerleri tarafından yönetilmiş bir drama/animasyon filmi de var. Fragmanı için tık tık. İlk önce çiziminden ve animasyon tarzından ötürü bir ön yargıyla yaklaşmıştım filme. Çok büyük bir hata yapmışım. Şu anda en sevdiğim animasyon filmleri listesinde üst sıralarda yer alıyor kendisi. İzlemenizi kesinlikle tavsiye edeceğim bir film. Ama önce kitabını okumalı, ardından filmini izlemeli. O zaman kitabın temeli daha bir sağlamlaşıyor çünkü.

Ben normalde şiiri okumaktan çok dinlemeyi severim. Dinlediğim -özellikle de güzel seslendirilmiş- şiirler, benim için ayrı bir yere sahip oluyor her zaman. Bu sebepten de kitabı okuduktan sonra filmini izlemek aynı etkiyi yarattı bende. Çizimleri, animasyonları, çizimlerin altında yatan anlamları... Çizim şöleni gibiydi, tam anlamıyla bahsetmem gerekirse. Mest oldum izlerken. Kitabı benim için belli bir yerden alıp tepelere falan taşıdı.

Bir şans verin. Kitaba, ardından da filme.

Çok konuştum. Yazdıkça uzuyor yazı, çok da sıkılmanızı istemiyorum. Sözün özü, Ermiş kitabını alın, okuyun. Sonra zaten diğer kitaplarına da bir göz atmak isteyeceksiniz. Sindire sindire okuyun, kaldırın bir köşeye arada sırada alıp tekrar tekrar okuyun. Ama bir şekilde okuyun.

Puanım 8/10.

Alıntılar:
Mısır demetleri gibi derer sizi aşk. Harman yerinde dövüp çırılçıplak bırakır. Kabuklarınızı elemek için kalburdan geçirir. Apak edinceye kadar öğütür sizi. Yumuşayana kadar yoğurur; sonra da atar kutsal ateşine, Tanrı'nın kutsal şölenine kutsal ekmek olasınız diye.
Çünkü mal mülk, bir gün gerekeceği endişesiyle alıkoyup sakladığınız şeylerden başka nedir?
Hayatı çalışmak yoluyla sevmek hayatın en derin sırlarına ermek demektir. Fakat eğer ıstırap çekerken doğduğunuz güne lanet edip bedeninizin yükünü taşımayı alnınızın kara yazısı sayıyorsanız o zaman size cevabım şudur: Yazılanı silecek olan sadece alın terinizdir. 
Kötülük yapan birinden, sizlerden biri değil de size yabancı biriymiş, dünyanıza giren yabancı bir misafirmiş gibi söz ettiğinizi sık sık duydum. Fakat ben derim ki evliyalar ve adil kişiler nasıl her birinizin içindeki en yüksekten daha yukarı çıkamazlarsa kötüler ve zayıflar da sizlerin içindeki, o en alçak noktadan daha aşağıya inemezler.
...Yasa koymaktan haz alıyorsunuz. Ama onları çiğnemekten aldığınız haz daha fazla. 
Esen kalın, hoşça kalın.

25 Aralık 2017 Pazartesi

Kitap Önerisi | Sineklerin Tanrısı - William Golding

Kitap Önerisi | Sineklerin Tanrısı - William Golding

Merhabalar.

Sineklerin Tanrısı, William Golding'in 1954 yılında yazdığı alegorik bir roman. Aynı zamanda Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Modern Klasikler Dizisi'nin de ilk kitabı. [Nedir, Alegorik Roman? Kısa tabiriyle Kahramanların sembollerle ifade edildiği roman türü, denebilir sanırım.] Dilimize Mina Urgan tarafından çevrilmiş. Çeviride yer yer dilimize oturmayan ve bizdeki karşılığına yer verilmemiş yerler (bknz. inç) vardı elbette ama zamanına mı vermeli bunu, bilemiyorum. Yazarın dilimize Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından çevrilmiş diğer kitapları da şunlar: Kule (1964), Piramit (1967), Serbest Düşüş (1959) ve Çatal Dil (1995). Bir de Sel Yayıncılık'ın çevirdiği Deniz Üçlemesi Serisi var: Geçiş Ayinleri (1980), Yan Yana (1987) ve Aşağıdaki Yangın (1989).

İki tane de filmi var bu arada; biri 63, biri 90 yapımı. Ben 63 versiyonunu izledim, diğerine şöyle bir göz gezdirdim sadece. Aslına uygun olan 63 yapımı, siyah-beyaz film. Fragmanı hemen şurada. 

William Golding'in Sineklerin Tanrısı kitabı, Robert Michael Ballantyne'in Mercan Adası'na bir eleştiri olarak yazılmış. Mercan Adası'nda okyanusa açılan bir gemi, fırtınaya yakalanarak parçalanır ve mercan adasına sürüklenir. Yalnızca üç kişi kurtulur: Ralph, Jack ve Peterkin. Ballantyne romanında vahşeti uygarlık dışı bir olgu olarak yansıtırken Golding, bu vahşetin uygar insanın doğasında yer aldığını gösterir, Sineklerin Tanrısı'nda.

Bizim kitapta da olay benzeri bir şekilde gelişiyor ancak sürüklendiği nokta çok farklı bir boyutta. Atom savaşı sırasında yola çıkan bir uçak ıssız bir adaya düşer ve uçaktan sağ salim kurtulan büyük küçük bütün çocuklar bu ıssız adada mahsur kalır. Yetişkinlerin ve kuralların yokluğu çocukların dikkatini cezbeden ilk şeydir. Ateş yakmaya, hayvan avlamaya, barınak kurmaya çalışırlar; bir yandan da oyun oynarlar. Ama grup içerisindeki çatışmalar ve istekler dozunu arttırınca kitle bölünür. Bir taraf adadan kurtulmak adına bir şeyler yapmaya çalışırken diğer taraf avlanmak, kabile kurmak ve adanın keyfini çıkarmak ister. Lakin bu süreç hiç de sakin ve barışçıl geçmez.

William Golding'in olayı, karşıt bir bakış açısıyla ele almasını sevdim. Ama düşüncelerine hak veriyor muyum, ondan emin olamıyorum. Ballantyne adaya düşen üç çocuğun bir uygarlık kurmasını konu alırken Golding, bir grup çocuğun kendi hırslarına ve isteklerine boyun eğmesi sonucu kendilerini nasıl bir bataklığa sürüklediğine yer veriyor eserinde. Peki bu durum Golding'in anlatmaya çalıştığı gibi içimizde yer alan vahşetin ve başına buyrukluğun bir göstergesi mi? Daha doğrusu bu, herkeste yer alan bir şey mi?

Kimi grup bir an önce adadan kurtulmaya, ihtiyaçlarını ve önceliklerini organize etmeye kimi grup da sadece içinden geldiği gibi hareket edip gücün ve deyim yerindeyse diktatörlüğün keyfini sürmeye adar kendisini. Bir grup, vahşeti tercih ederken diğer grup tercih etmiyor. Mercan Adası'nda yer alan üç çocuğun da bizim vahşeti tercih etmeyen gruptan olma ihtimallerini yok sayamayız. Bu durum Mercan Adası'nı çok optimist yapmıyor lakin Ballantyne'in vahşeti uygarlık dışı sayması, maalesef ki yapıyor. Hepimizin içinde saklı bir yerde duran, uykuya dalmış yahut karış karış dolaşan bir vahşet var. Ne kötü insanları ayrı bir yerde konumlandırabiliriz bizden, ne de iyi insanları. İki taraf da biziz, iki taraf da olabiliriz.

Karakterleri ve çocukların diyaloglarını da çok yerinde buldum. Golding çocuklar nasıl sohbet eder, nelerden konuşur falan bunları oldukça iyi yansıtmış. Yer yer ana karakter Ralph'in düşünceleri fazla yaşının üstü gibi gelse de bir yerde anlamıyor da değilim yazarı. Anlatmak istediği bir şeyler var ve ortamda bir yetişkin yok. Dolayısıyla olaylara yetişkin gözüyle bakabilecek bir bakış açısı da yok. Bu sorumluluğu da ana karakterimiz Ralph'e ve Domuzcuk'a yüklemiş.

Benzer bir durum Kafka'nın Dönüşüm'ünde de var. İnsan yeri geliyor bir ot olmayı yahut bir hayvana dönüşebilmeyi canı gönülden istiyor. İşlerinden, kararlarından, yaşadıklarından o kadar bunalıyor ki o şekilde yaşayabilmeyi, sorumluluklarını giysilerinin üzerinde bırakarak bir hayvan bedenine hapsolabilmeyi diliyor. Sineklerin Tanrısı'nda yer alan bir diğer olgu da bu sanırım. Sorumluluklardan ve uygarlığın üstümüze yüklediği kurallardan sıyrılıp canımızın istediği gibi yaşama arzusu.

Basitlik.

Sayfalara yayılan betimlemeleri yer yer sizi sıkabilir belki ama ben okumanızı tavsiye ediyorum. Hiç değilse bu konuyu sorgulayabilmeniz ve iki tarafı da dengeli bir şekilde karşılaştırabilmeniz için. Bakalım, Golding'e mi hak vereceksiniz, Ballantyne'e mi?

Puanım 9/10.

Alıntılar:
Ralph, şefin oturduğu yere doğru ilerledi. Böylesine geç vakit toplantı yaptıkları hiç olmamıştı. Buranın şimdi farklı görünmesi bu yüzdendi. Öteki toplantılarda, yeşil damın alt kısmı, karmakarışık altınımsı yansımalarla aydınlanır ve yüzler aşağıdan ışık alırdı. Ralph'a, sanki elinde bir elektrik feneri tutuyormuş gibi gelirdi bu. Ama şimdi güneş ışınları kayayı yandan aydınlatıyordu ve nerelerde olmaları gerekirse oradaydı gölgeler. Ralph, yabancısı olduğu derin düşüncelere daldı yeniden. Eğer bir yüz, üstten ya da alttan ışık aldığına göre değişiyorsa neydi bir insan yüzü? Her şey neydi?
Bu dalga dalga inip kalkışı uzun süre seyreden Ralph'ın beyni, denizin insanlara yabancı uzaklığıyla uyuşur gibi oldu. Sonra, bu engin suların neredeyse sonsuz olduğunu düşünmek zorunda kaldı. Bu sular, çocukları dünyadan ayırıyor, karşılarına bir engel gibi dikiliyordu. Adanın öteki yanında, öğleyin hayal görüntülerine sarılarak, sessiz lagünün kalkanıyla korunarak kurtulabileceğinizi düşleyebilirdiniz. Ama burada, okyanusun bu akıldan yoksun duyarsızlığı karşısında, millerce uzanan bölücü suların önünde, eliniz kolunuz bağlanır, çaresiz kalır, mahkûm olduğunuzu bilirdiniz...
"Deni kabuğunu öttür, Ralph." Domuzcuk öyle yakındı ki Ralph, gözlüğündeki tek camın parıltısını görebiliyordu. "Ateş sorunu var. Anlamıyorlar mı bunlar?" "Sert olmalısın şimdi. İstediğini yaptır onlara." Ralph, bu öneriyi incelercesine dikkatle konuştu: "Eğer ben denizkabuğunu öttürür, onlar da gelmezse o zaman işimiz tamam. Ateşi koruyamayız. Hayvanlara döneriz; hiçbir zaman kurtulamayız."
Esen kalın, hoşça kalın.

13 Kasım 2017 Pazartesi

Seri Yorumu | Duman ve Kemiğin Kızı / Kan ve Yıldız Işığı Günleri / Tanrı ve Canavarların Düşleri - Laini Taylor (Daughter of Smoke & Bone Serisi)

Seri Yorumu | Duman ve Kemiğin Kızı / Kan ve Yıldız Işığı Günleri / Tanrı ve Canavarların Düşleri - Laini Taylor (Daughter of Smoke & Bone Serisi)


Merhabalar.

Sanırım ilk defa reklamını ve popülaritesini -benim için- karşılayan bir seriye yer verdim okuma listemde. Duman ve Kemiğin Kızı, 2011 yılında yayınlanmış orijinal dilinde; 2013 yılında da bizim dilimize çevrilmiş Artemis Yayınları sağ olsun, iyi ki de çevrilmiş.

Laini Taylor ilk kitabı tamamen eğlencesine yazmış; yazıyor olduğu başka bir kitapta ilerleme kaydedemediği için. [Bana hâlâ çok üst düzey geliyor öylesine yazarken bu tarz büyük bir evren oluşturup sorulara doğru yanıt vermeye çalışmak. Büyük başarı gerçekten.] Kendisi 2017 yılında yeni bir kitap daha yayımlamış: Strange the Dreamer. Fantastik, genç yetişkin kitabı olan Strange the Dreamer, kendi serisinin ilk kitabı; kaç tane olacağı hakkında bir fikrim yok. Puanı da 4.43. Merak etmediğimi söyleyemem sanırım. Bir de Daughter of Smoke & Bone serisindeki bir çift hakkında yazılmış #2.5 kitabı var: Night of Cake & Puppets. Merak ettiğim bir çift değildi kendileri, dilimize de çevrilmemiş zaten. Sanırım şu an için aktaracaklarım bu kadar.

Karakterlere geçeyim: Of, nasıl anlatacağım bilmiyorum. Başlayayım bir yerden. Karou adında genç bir kızımız var: mavi saçlı, üniversitede resim öğrencisi, Prag'da yaşıyor. Kendisini ben çok sevdim. [Hayır, sorunlu bir karakter değil.] Arkadaşı Zuzana ile olan ilişkilerini olsun, kendini taşıyabilmesini olsun... İkinci ana karakterimiz, yakışıklı mı yakışıklı beyimiz: Akiva. Kendisi bir melek. Ve çok güzel seviyor yahu! Çok temiz, çok güzel seviyor hakikaten. Uzun zamandır duygularından bu kadar emin karakterlere denk gelmemiştim, mutlu oldum. Her birine teker teker girmeyeceğim ama bütün karakterleri ayrı ayrı beğendiğimi söyleyebilirim. Kalabalık bir karakter ordusu var fakat Kimdi bu ya? diyeceğiniz türden bir karmaşa durumu yok ortada. Her biri hatırlanabilir karakterlerdendi özetle, gelişigüzel olsun diye yazılmamışlar. [Brimstone, üzdün yahu.]

Konuya gelelim: Karou çocukluğundan beri özel biri olduğunu biliyor ve kendisinin -başkalarının ise sadece resimlerinde gördüğü- küçük bir ailesi var. Ama pek normal bir aile değil bu; Brimstone'un boynuzları, Issa'nın yılanları var. Brimstone için diş toplayıcısı diyebiliriz sanırım, Issa ve ** da ona yardım ediyorlar; yardımdan öte gerçi de neyse. Karou da yeri geldiği zaman Brimstone'un ayak işlerini yerine getiriyor. Fakat Brimstone'un kendisinden sakladığı şeyler var.

Bir gün Karou'nun merakı başına bir iş açıyor, dolaylı yoldan. Bütün bu sorunlarla uğraşırken de Akiva ile yolları kesişiyor. Daha doğrusu Akiva, Karou'yu ilk gördüğü andan itibaren takip ediyor. Sebebini kendisi de bilmiyor elbette, biz de kitabın sonunda onunla beraber çözüyoruz meseleyi. [Küçük bir dikkatle çözebilirsiniz meseleyi aslında, kitabın ortalarına doğru.] Sonra bir olay oluyor ve Akiva ile Karou'nun yolları kesişiyor, bir kez daha. Zaten kaderlerinde ayrı kalmak olduğu da pek söylenemez.

İlk kitabı bir çırpıda bitirdim resmen. Ders çıkışlarında otobüse koşturdum bir an evvel okuyabilmek için. Genelinden çok detaylarını beğendim ben. Küçük detaylar benim için yazarın ne denli dikkatli olduğunu gösteriyor çünkü. Bir de aynı frekansı yakalarsak ne alâ! Bu seri de bütün istediğim detayları içeriyordu, sağ olsun. Laini Taylor'ı karakter yazmak ve karakterlerin ilişkilerini normal düzeyde ele almak konusunda başarılı buldum. 2. kitap bir olayla başlıyor, bütün kitap boyunca da devam ediyor o olayın kendisi ve etiklri. Fakat öyle bir durum ki normalde Artık yeter! diyeceğim bu olay, beni hiç baymadı. Karakterlerin ikisine de kızmadım, ikisini de mantıksız bulmadım. Gerisi kendiliğinden geldi zaten.

Birinci kitabı giriş, ikinci kitabı gelişme, üçüncü kitabı da sonuç kitabı olarak tarif edebilirim sanırım. İlk kitabın bu denli uzun bir giriş yapmış olması beni rahatsız etmedi çünkü 2. ve 3. kitaptaki bilgilere geçerken ilk kitabın o rahat ilerleyişinin büyük faydası oldu.

Yıkımı, kaybı, sabrı çok yerinde işlemiş, Taylor. Bir devrin yıkılıp yenisinin başlaması öyle çocuk oyuncağı değil ve seride de öyle üç beş ayda gerçekleşmiyor bu olay. Yüzyıldan bahsediyoruz, temeli çok önceden atılmış bir devrimden bahsediyoruz. Çok yerindeydi, olması gerektiği gibiydi. Evreni, kocaman bir peri masalı gibiydi ama hiçbir şey pamuk şeker tadında ilerlemiyordu. Ve en önemlisi, Akiva ve Karou -her ne kadar bu devrimin öncüleri de olsalar- ön planda değillerdi. Onlardan evvel bu işi yürüten üst düzey kişiler vardı ki bu da çok iyiydi. Kafalarına göre kahramanlık taslayacak ortamları yoktu yani.

Yalnız tek bir eksiği vardı: O da bizim Dünya. Bizim gezegende işler biraz... nasıl desem normal karşılandı gibi. Sanki gezegene melekler, değişik yaratıklar inmemiş de biz normal bir sorunla baş başa kalmışız gibi. Muhtemelen kadroyu kalabalıklaştırmamak, işleri daha da zora sokmamak için yaptı bunu yazar, anlayabiliyorum. Ama biraz daha hissettirebilirdi o tedirginliği, korkuyu bence.

Sözün özü, seri okuyucuyu salak yerine koymuyor.

Fantastik bir seri okumak istiyorum. Beni evreni ile doyursun, yanında şöyle güzel de bir aşk olsun, diyorsanız ilk sırada önereceğim seri bu olur. Melek ve şeytan kavramına farklı bir açıdan yaklaşmış, yaklaştığı bu açıdan da güzel bir şeyler çıkarmış. Ben aklınızın bir köşesinde bulundurun, derim.

Puanım 8/10.

Alıntılar:
Çat. Kapı aralığından esen rüzgar gibi. Karou hem kapıydı hem de eve giren rüzgardı. Karou her şeydi: Rüzgar, ev ve kapı. Rüzgarla bütün benliği doldu. Kendini rüzgara bıraktı ve bütün oldu. Tekrar kapandı. Rüzgar duruldu. Her şey bu kadar kolay oldu. Artık bütündü. DvKK
"Cuma sanırım. Kısa bir süreliğine Paris'e uğramam gerekiyor..." "Paris'e uğramak mı?" diye tekrar etti Zuzana. "Biliyor musun? Daha küçük bir yüreğim olsaydı, Kısa bir süreliğine Paris'e uğramam gerekiyor, gibi anlamsız şeyler söyleyerek arkadaşlığımızın sonunu hazırlamış olurdun." "Daha küçük bir yürek mi?" diye sordu Karou. "Hey! Küçücük olabilirim ama benim yüreğim geniş. O yüzden platform topuk giyiyorum. Böylece yüreğimi taşıyabiliyorum." DvKK
"Lütfen bana işemen gerektiğini söyle." "Ne? Hayır. Aklından bile geçirme." "Ah, haydi. Yapabilsem kendim yapardım, ama olmaz. Ben bir kızım." "Biliyorum. Haklısın, hayat hiç adil değil.Yine de sırf senin hatırın için Karou'nun eski erkek arkadaşının üzerine işemeyeceğim." "Ne? Bunu da nereden çıkardın?" Zuzana, en makul ses tonuyla açıkladı. "Sadece kafasına patlatmak için bir balona işemeni rica edecektim." "Ah." Mik yarım saniye kadar bunu düşünürmüş gibi yaptı. "Olmaz." KvYIG
"Başka birer evrenden ibaret," diye tekrarladı Eliza gülümseyerek. "Ve Büyük Patlama, sadece bir patlamadan ibaret." Adam kıkırdadı. "Başka bir evren, Tanrı fikrinden daha mı büyük, yoksa daha mı küçüktür? Bunun bir önemi var mıdır? Yukarıda meleklerin yaşadığı bir kat varsa oraya Cennet demek anlam bilimsel bir tercih midir?" "Hayır," diye yanıtladı Eliza kararlı bir şekilde, kendi de şaşırarak. "Anlam bilimsel bir tercih değil. Güdü meselesi." TvCD
Zihin ne kadar büyüktü? Peki ya ruh? Ve uzayda işgal ettiği fiziksel alanla bir ilgisi yoksa neredeydi? Düşündükçe başı dönüyordu. Denediği her seferinde gücü tükeniyordu. Bilinmeyenlere duyduğu öfke, içini kemiriyordu. Üstelik bütün bunlar, başka birinin zihnine girmeye çalışmadan önceydi. TvCD
Esen kalın, hoşça kalın.

19 Ekim 2017 Perşembe

Kitap Yorumu | Kördüğüm - Calia Read (Fairfax, #1)

Kitap Yorumu | Kördüğüm - Calia Read (Fairfax, #1)


Merhabalar.

Sıradaki kitap yorumu Fairfax serisinin ilk kitabı Unravel, diğer bir adıyla Kördüğüm'ün yorumu. Şu anlık seri 3 kitaptan oluşuyor; dilimize çevrilmiş 2 kitap ve henüz yazılmamış 1 kitap olmak üzere. [İlk kitap Unravel, 2. kitap Unhinge, 3.kitap da Untitled diye girilmiş. Yani... kitabın gerçek ismi olsa pek de sırıtmazmış gibi geldi bana.] Baya da kitap yazmayı düşünüyormuş Calia Read bu seri için, bakalım gelecekte kaçıncı Fairfax'in yorumunu yapıyor olacağım?

Öncelikle kapak çok hoş; orijinal kapak zaten. Kitabın içerisinde geçen bir sahneye de gönderme olmuş; güzel olmuş. Orijinal kitabı bilmem ama bizim kitabın dokusu da bir o kadar hoş olmuş. Kitap Al beni! diye bağırıyor raflarda.

Gelelim kitabın konusuna: Naomi adındaki ana karakterimiz bir gün akıl hastanesine yatırılıyor. Sebebi de Max diye birini düşlerinde görmesi fakat bu Max'i, Naomi'den başka kimse görmüyor. Özellikle de sevgilisi; Lachlan. [Kitapta ismi her denk geldiğinde zihnim okumaktan yoruldu resmen.] Lachlan, Naomi'yi çok seviyor fakat bir yerden sonra bu durum devam ettiği sürece ziyarete gelmek istemediğini belirtiyor. Bu şekilde yapamayacağını açıklıyor bir anlamda. Naomi de bir başına kalıyor haliyle, Max ile ve belirli günlerde görüşmeye gittiği psikoloğu ile.

Neden orada olduğunu bilmiyor, ne zaman hastaneye geldiğini bilmiyor, orada olması için bir sebebi olduğunu da düşünmüyor. Doktor randevularında ve bir başına odasında kaldığında da bunları düşünüp duruyor. Siz de okuyucu olarak Naomi ile birlikte neden orada olduğunu bulmaya çalışıyorsunuz. Kafasındaki eksik puzzle parçasını arıyorsunuz bir nevi.

Karakterlere gelecek olursam: Naomi'yi sevdim mi sevmedim mi bilmiyorum. Öyle özel bir yakınlığım olmadı karaktere fakat bu beğenmediğim anlamına da gelmiyor. Ben seviyorum kafadan kontak karakterler okumayı, benim için bir sorun teşkil etmedi yani. Max'i, Lachlan'dan daha çok sevdim. Lachlan'a da bir türlü ısınamadım, niye bilmiyorum. Mala çevirdi zaten yazar beni. Doktor'u da sevdim, doktor gibi doktormuş helal olsun.

Kurguya geliyorum hemen: Büyük noksanlığına rağmen kurguyu beğendim. Çok hassas bir kurguya sahip ama kitap. Son sayfalarında anlatılan şeyi hazmedebilmek için kitabı kapatıp otobüsün camından akıp giden yolu izlemek zorunda kaldım. Söyleyip kusacak çok şeyim var ama bir yandan da bir şey söylemek istemiyorum. Çünkü zaten kurguyu dikkatli okursanız sonucu çok çok önceden tahmin edebiliyorsunuz. Bahsettiğim noksanlık burada ortaya çıkıyor; kitabın sonu benim için sürpriz olmadı. [Belki Max olmuştur biraz, o kadar.] Koca bir puanı kırmama sebep olan şey de bu oldu tabii. Zira kitap size bunu vaat ediyor: Ben bir gizem kitabıyım, bir sırrım var ve bunu son sayfalara kadar sana söylemeyeceğim. Vaat ettiğini veremeyince puanı eksiye düştü. [Yazar falan ağlıyor eksi puanımda ötürü evinde, değil mi?]

Sözün özü, kitap herkesin okuyabileceği bir kitap değil. Çok kişiden Başları çok sıkıcı, sonuna kadar dayanırsanız meyvesini alırsınız, tarzı cümleler duydum. Bana başı da ortası da sonu da sıkıcı gelmedi; ben kısa sürede bitirdim kitabı, aynı tempoda. Kitaptan beklentiniz ne, bilmiyorum ama okumayı planlıyorsanız psikolojik açıdan normale göre bir tık ağır olduğunu belirtmeliyim. [Tarryn Fisher okuduysanız, hatırlatıyor biraz yazarı.] Almadan evvel iyice bir düşünün derim ben, sonra hayal kırıklığına uğramayın.

Puanım 6/10.

Alıntılar:
Bu gece, başıma gelenleri düşünmektense ilaçları almayı yeğliyorum. Yarın hikayemi çözmek için bunu kabulleneceğim. Önce mahvolacağım. O donmuş su damlası gibi, düşüşüm kaçınılmaz. Gidiyor, gidiyor... Gitti.
Gerçekle yüzleş. En kötü düşmanım kalbimdi. Beni doğrayacak olan, kanatacak olan oydu. Ölümüm ondan olacaktı.
Aşkın bir hastalık olduğun karar verdim. Ama ilk başta değil. Başta leziz bir şey. Tıpkı bir tatlı gibi. İlk ısırık gibisi yok. Ve tadını çıkara çıkara yemiyorsunuz, aç kurt gibi saldırıyorsunuz. Açgözlülüğünüz mantığınızı gölgeliyor ve çok ileri gittiğinizi fark ettiğiniz zaman artık çok geç oluyor. Aşk gidiyor ve size acıdan başka bir şey kalmıyor. Madem bunları biliyordum, neden kendimi bu acıya bulaştırıyordum?
"İmkânsız." Elini enseme koyuyor. Alınlarımız birbirine değiyor ve gözlerimizin arasında santimler kalıyor. "İnsanlar sadece geride onlar için bir şey kalmazsa yok olur. Ama sen ve ben varız. Biz, her zaman senin yok oluşuna engel olacak kadar güçlü bir neden olacağız."
Özgürlük insanı çarpan bir şey. Hayatınızda yokluğunu çok uzun bir süre hissettiğiniz zaman ona takıntılı hale geliyorsunuz. Onu geri kazandığınızda yapacaklarınızı düşünüyorsunuz. Belki dışarıda durup içinize çekebildiğiniz kadar temiz havayı çekersiniz. Ya da belki çimenlerde uzanıp gitmek zorunda olduğunuz hiçbir yerin olmadığının bilincinde olarak üzerinizdeki gökyüzünü ve pofuduk beyaz bulutların yavaşça sürüklenişini izlersiniz. Zaman ilerledikçe ne yapacağınızı daha çok hayal etmeye başlarsınız. Ve sonra özgürlüğünüz elinize verilir, öyle kolayca ve öyle hızlıca olur ki bu adeta kendinizle ne yapacağınızı şaşırırsınız. 
Esen kalın, hoşça kalın.

5 Ekim 2017 Perşembe

Kitap Yorumu | Marslı - Andy Weir

Kitap Yorumu | Marslı - Andy Weir


Merhabalar.

Öncelikle bu kitabı bu kadar geçe bıraktığım için kendimi tokatlamak istiyorum, müsaade ederseniz. Filmi ilk çıktığı vakit, kitabı elimde olmadığı için okumadan, izlemek durumunda kalmıştım. Sonra da alınca beklettim durdum haliyle. Zaten biliyordum çünkü ne olacak, ne bitecek. Aman da ne güzel yapmışım, ne iyi yapmışım! Baya salakmışım. Kitabın filmle uzaktan yakından alakası yok. Yani, VAR. Ama kitap başka bir deneyim, film çok başka bir deneyim. Andy Weir ne güzel adamsın sen!

Efendim, kendisi yanlış bilmiyorsam kitabı yazıp yayınevine götürüyor, ret cevabı alıyor. Başka yayınevlerine de göndermiş sanırım. Sonra internette yayınlıyor ve BUM! Güzel bir kurgu asla bir başına kalmaz, zannediyorum ki. Sonrası da belli zaten, burada olduğumuza göre. Kitabın ardından da film. Filmi de pek sevdiğim yönetmen Ridley Scott yönetiyor. Tadından yenmiyor haliyle. Weir'ın yeni bir romanı geliyor bu yıl Kasım'da, inşallah: Artemis. Yakın gelecekte, ayda bir soygun hikayesi. Suçlusunun Jazz Bashara olduğu... Yani, kısmen. Okumak için sabırsızlanıyorum.

Konuyu gelirsem: Mars'a 6 kişi yolluyorlar, bunlardan birisi ana karakterimiz Mark. Normal bir görev, her zamanki gibi. Her şey hazırlanmış, sığınak kurulmuş, deneylere başlanmış. Ve birden kum fırtınası çıkıyor. Bütün ekip geri dönmek için yola koyuluyor. Herkes dönüyor, 1 kişi hariç: Mark. Yol üzerinde uydulardan birinin bir parçası bedenine isabet ediyor ve savrulup gidiyor. Ekip el mahkûm -öldüğünü düşünüyorlar doğal olarak- geri dönüyorlar; görev iptal oluyor. Herkes yolda, Mark Mars'ta. Ve bütün kitap boyunca Mark'ın Mars'ta hayatta kalmaya çalışmasını ve geri dönmek için yaptığı planları okuyorsunuz. Patates ekmeye çalışıyor, Dünya'ya sinyal göndermek için yola çıkıyor, yanılıyor, deniyor, hata yapıyor, ölümün eşiğinden dönüyor, tekrar deniyor, başarıyor, başka bir sıkıntı ortaya çıkıyor. Mark, dostum, sen hayatımda gördüğüm en sabırlı insansın.

Karakterlere geçeyim: Mark. Kitabın büyük bir bölümünde Mark ile berabersiniz. Mürettebat zaten uzayda, Dünya deseniz çoook uzakta. E Mars'ta da başka insan yok. Yani... sanırım. [Tamam, şaka yapıyorum. Bütün bir kitap boyunca insanla karşılaşmak için beklemeyin sonra.] Mark, hayatımda gördüğüm en sabırlı ve komik insan herhalde. [Kurgu hayatımda mı demeliydim acaba?] Olayları boş verin, Mark Watney zaten kendi başına okumanız için yeterli bir sebep. Mürettebata çok değinmiyorum, sadece şunu söyleyeyim: Harbi insanlar. Gerisini okursunuz artık. Bir de Dünya'da birileri var, baya birileri var hatta. Her birine değinirsem yazı bitmez. Koca bir ekip var Dünya'da. Ve her biri işini layıkıyla yerine getiren insanlar.

Kurguya geçiyorum: Çok sağlam bir kurguydu, gerçekten. Evet, çok fazla terim, çok fazla teknik bilgi vardı. Çoğu yeri Ne? diyerek okuyup geçebilirsiniz. Ama benim için o yerler bile çok güzeldi. Bu durum tabii ki de ilgi alanınıza göre değişiyor. Ben Fizik ve Matematik ile bir şekilde iç içe olduğum için ayıla bayıla okudum her satırı. Siz Ben okuyamam, diyorsanız da şunu söyleyeyim: Bana sorarsanız o bilgilere rağmen okunabilecek ve okunmaya değecek bir kitaptı. Yok, yine de Ben almayayım, teşekkürler, derseniz de filmini izleyin, derim. Bir şekilde birinden birini yapın çünkü.

Andy Weir zaten ilgiliymiş bilim kurguya, kendisi normalde yazılım mühendisi. İyi ki de ilgiliymiş, iyi ki de böyle güzel bir kurgu ortaya çıkarmış. Sağlamdı benim için çünkü dönüp tekrar tekrar okuyabilirim.

Mark'ı okurken sık sık Ben orada olsaydım ne yapardım acaba? diye düşüyorsunuz. Düşünürken bile aklı almıyor insanın, gerçekten ne yapacağımı bilemiyorum ben. Mark zekasının yanı sıra psikolojisi sayesinde kafayı yemeden orada kalabiliyor bir yerde. Botanikçi, evet belli bir eğitim de alıyor ama yine de çok zeki herif. A ile B'yi bilirsiniz ama ikisini kullanarak C'ye ulaşmak zeka ürünüdür. Mark kesinlikle zeki bir karakter.

Sözün özü, tabii ki de alın, okuyun. Yukarıda da dediğim gibi teknik bilgi kaldıramayacağınızı düşünüyorsanız filmini izleyin. [Filmi izlemeyi tercih edenler için şunu belirteyim: Filmdeki Mark, kitaptaki Mark'ın onda biri falandır muhtemelen. Olaylardan bir şey kaçırmazsınız lakin Mark'tan baya bir şey kaçırırsınız, söyleyeyim.] Yine de bir şans verin derim ben. Bilim kurgu severseniz ne duruyorsunuz zaten? Kapatın sekmeyi, kitabı alıp sepetinize ekleyin. Ya da alışveriş listenize derhal dahil edin.

Puanım 10/10.

Alıntılarlarlar:
Beni ölümün eşiğine bir dizi gülünç olay getirmişti; kurtulmamı ise bir dizi, daha da gülünç olay sağladı.
Şimdi iki sorunum var: yeteri kadar toprağım yok ve dikecek yenilebilir bitkim yok. Ama ben bir botanistim ulan. Bunun bir yolunu bulabilmeliyim. Eğer bulamazsam bir sene içinde oldukça aç bir botanist olacağım.
Tuhaf bir his gerçekten. Nereye gitsem ilkim. Araçtan dışarı mı çıktım? Oraya gelen ilk kişi benim! Bir tepeye mi tırmandım? O tepeye tırmanan ilk kişi benim! Bir taşı mı tekmeledim? O taş bir milyon yıldır yerinden kımıldamamıştı! Mars'ta uzun yolculuğa çıkan ilk kişi benim. Mars'ta otuz bir soldan fazla zaman geçiren ilk kişi benim. Mars'ta mahsul yetiştiren ilk kişi benim. İlk, ilk, ilk!
Laptop anında öldü. Ben daha hava kilidinden adımımı atamadan ekranı karardı. Görünüşe göre "LCD'deki" "L" "Liquid'in" (Sıvı) kısaltmasıymış. Sanırım ya dondu ya da buharlaştı. Belki bir tüketici yorumu yazarım. "Ürünü Mars yüzeyine çıkardım. Çalışmamaya başladı. 0/10."
...Bir yerde bir kere mahsul yetiştirdin mi, orayı "resmi" olarak kolonize etmiş olduğunu söylüyorlar. Yani teknik olarak, ben Mars'ı kolonize ettim. Kapak olsun, Neil Armstrong!
[11:49] JPL: Görebildiğimiz kadarıyla kesmeyi planladığın yer iyi görünüyor. Diğer tarafın da birebir olduğunu varsayıyoruz. Delmeye başlayabilirsin. [12:07] WATNEY: Kadınlar da öyle diyorlardı. [12:25] JPL: Ciddi misin, Mark? Gerçekten mi?
[17:12] WATNEY: Bugün 145 delik açtım. Toplam 357. [17:31] JPL: Biz şimdiye bitirirsin sanıyorduk.
Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

Not: Hollywood yine yapacağını yapmış ve son sahnelerde Iron Man'i kullanmış. Az değilsin, Hollywood.

18 Eylül 2017 Pazartesi

Seri Yorumu | Yabancı / İşgalci / Savaşçı - Melissa Landers (Alienated Serisi)

Seri Yorumu | Yabancı / İşgalci / Savaşçı - Melissa Landers (Alienated Serisi)


Merhabalar.

Bu seri ne sükse yaptı böyle yahu? Görmeyen duymayan kalmamıştır muhakkak, Alienated Serisi'ni. Bu durumda serinin başarısından çok reklamının payı olduğunu düşünüyorum. Çünkü seri -bana göre- bu kadar ön planda tutulmasını sağlayacak bir kurguya sahip değildi.

Seri 3 kitaptan oluşuyor. Melissa Landers'ın başka bir serisi daha var, şu anda yazıyor olduğu: Starflight Serisi. Onu da 2 kitap olarak yazmayı planlıyormuş, bir tanesi çoktan çevrildi dilimize. Çok da iyi puanlar almamış seri. Neyse, ben şu anki serimize geçeyim.

Kapaklar orijinal. Tasarımcı güzel bir düşünce yakalamış ve bunu gerçeğe başarılı bir şekilde dökmüş. Ben her ne kadar tam kapak tasarımını, fotoğraflı tasarıma tercih ediyor olsam da bu kapaklar beni o kadar çok rahatsız etmedi.

Konuya geleyim: Uzaylılarla temas kurulmasının ardından iki ırkın birbirine yakınlaşmasını sağlamak, aynı zamanda da ilk elden temiz bilgi edinmek amacıyla gezegenler arası bir öğrenci değişim programı oluşturuluyor. Ana karakterlerimizden Aelyx [3 kitap boyunca Alex diye okudum, benim için kendisi Alex artık.] yanında 2 arkadaşıyla beraber dünyamıza geliyor. Hem de tesadüfe bakın ana karakterlerimizden ikincisi olan Cara'nın evine. Yani üçü hep birlikte gelmiyorlar kızın evine, yalnızca Aelyx. Bunlar iyi güzel geliyorlar ama Cara'nın lisesinde -muhtemelen daha birçok lisede- bir sürü ırkçı pislik var [Lanet olsun, adamım!] ve bu insanlar uzaylıları istemiyorlar. Bir domates atmadıkları kalıyor herife. [Atmışlardır belki de gerçi, hatırlamıyorum.] Cara da Aelyx'in yanında durduğu için dışlanıyor haliyle. [Bu Amerikalıların kurgusal lise ortamı neden bu kadar pis yahu?] Neticede unların ikisi birbirlerine kalıyorlar tabii. Olayların başlangıcı bu şekilde, devamını da anlatmayayım, üşendim.

Karakterlere gelelim: Cara. Üf, Cara çok merhametli ve beş dakikada tası tarağı toplayıp çocuğun peşinden gidebilecek derecede de karşısındakine bağlı birisi. [Bunu sonra ailesinin genlerine falan vuruyorlar da...Yemezler gülüm, benim için durumu kurtarmadı. Ha, öyleyse tamam ya! Ben de neler düşünüyorum kız için. Ya, tabii.] Aelyx de ön yargılı birisi, tek kelimeyle. Dünyalılarla baya farklılar zaten; yemekleriyle olsun, iklimleriyle olsun, göbek deliklerinin bulunmamasıyla olsun. [Yazar neden böyle bir şey düşünmüş acaba?] Kendisini de öyle çok sevemedim, nötrüm. [Mutlu bir nötrlüğüm var.] Diğer karakterlere girmeyeceğim bile ya, çok fazla var. Tip mi desem, karakter mi desem onu da bilemedim. Kimi tip, kimi karakter. Klasik yakın arkadaşlar işte.

Kurguya geliyorum: Ya yaşınız kaç, hatırlamıyorum ama -muhtemelen 16 falandı- bir avuç velet dünyayı kurtarmaya çalışıyor. Yani... gerçekten mi? Mantıklı işlendiği sürece ben buna tamamım, hiçbir sıkıntı yok. Ama koskoca hükümetin ve Yazgı'nın bu kadar geri planda kalıyor oluşuna da Yuh! demezsem içimde kalır. Tamam ana karakterlersiniz, tamam olayları elbette siz yaşayacaksınız ama ortalıkta at mı koşturuyor yahu? Hükümet güya bir şeyler yapmaya çalışıyor ama sadece lafta, Yazgı desen onlar da kendi çaplarında takılıyorlar, oturdukları yerde. GEZEGENLERİNİZ TEHLİKEYE GİRİYOR BE ADAMLAR? Az biraz bir şeyler yapın, kaldırın bir yerlerinizi. Yıkıyorlar bütün işleri çocuklara, hadi bakalım. [Temsilci olarak Cara'nın seçilmesi ne demek? Mantıklı olan herkes kendi adamını göndermeyi ister. Siz ne yapıyorsunuz acaba ya? Höf.]

Çok klişeydi. Klişeden nefret falan etmem, yeri gelir deli gibi de okurum. Ama bu seri mantıksız bir klişeye sahipti. İki gezegeni ilgilendiren, ÇOK büyük bir olayı yazıyorsun. İnsan biraz oturur mantıken düşünür. Devlet adamlarını falan işin içine katarsan zaten 10 defa düşünmen gerekir, öyle kafana göre istediğin karakteri istediğin yere gönderemezsin. Ne biçim adamlar yönetiyor o zaman ülkeyi? Beş saniyede el atarlar olaya, kim nereye gidiyor öyle kafasına göre?

Öf, seriyi bitireli ne kadar oldu, şimdi bile durduramadım kendimi.


Sözün özü, bilim kurgu dalı ile ilgiliyseniz ve bu kitabı bu sebepten almak istiyorsanız almayın; romantik, cicili bicili bir şeyler okumayı planlıyorsanız alın. Yazık yani yoksa, çok daha güzel bilim kurgu serileri var. Daha mantıklıları diyeyim en azından. Almadan evvel seriden ne beklediğinizi bilin, öyle alın. Diyalogları, devam edebilmemi sağlayan yegane şey oldu şahsen. Yazar en azından içi boş cümleler yazmamaya dikkat etmiş, bunun için tebrik etmem gerekir. Boş diyaloglar aldı başını gidiyor, bu günlerde zira.


Puanım 4/10.

Alıntılar:
"Neyin var senin?" diye soran Troy bir elini kısa, siyah saçlarında gezdirip tek kaşını kaldırdı. "Kızsal sorunlar mı?" diye sordu. "Kızsal" kelimesini ayıpmış gibi fısıldayarak söylemişti. "Hayır," dedi Cara gözlerini devirerek. "Bu korse beni mahvediyor." "E çıkar o zaman. Çok mu önemli?" "Ah, tabii. Ben de tam böyle şık bir hareket yapacak biriyim zaten." Troy, "Nefes alman lazım, salak. Tuvalete git de korseyi çantana falan tıkıştır. Kimse fark etmez bile," dedi ve sonra da kafasını sallayarak ekledi, "Tanrım, tam bir kızsın." Yabancı
"Nereden bildin?" diye fısıldadı. "Neyi bildim?" "Sana ihtiyacım olduğunu." "Bilmiyordum," diye itiraf etti Aelyx. "Benim sana ihtiyacım olduğu için geldim." Savaşçı
12 Ocak, Çarşamba Ağabeyler: Eşek Şakalarından Öte Eğer tek çocuk değilseniz her türlü kardeş işkencesinden haberdarsınızdır: Parmak eklemlerini kardeşinin kafatasına gömme, parmağını ıslatıp kardeşinin kulağına sokma, havluyla vurma, tükürüğe batırılmış işaret parmağını burnundan bir milim ötede tutarak "dokunmuyorum ki" deme çılgınlığı. Arkadaşlar, insanın şakacıktan pantolonunun indirilmesi ne demek, gayet iyi bilirim. İşgalci
"Neden hayır?" diye sordu Aelyx. "O, diğer insanlar gibi değil." "Evet, onlar gibi," dedi Syrine. "Ve onun hissettikleri"-derken bir avucunu göğsüne bastırdı-"kalıcı değil. İnsanlar için aşkın ne demek olduğunu biliyorum. Onların tutkuları şeker gibi yanıyor; hızla ve ateşli bir şekilde. Ama o ateş söndüğünden yeni bir alev aramaya başlıyorlar. Sönmüş közlerin sıcaklığında ısınmak yerine kıvılcımların peşinde koşuyorlar." İşgalci
David bir numara çevirdikten sonra cep telefonunu Aelyx'e fırlattı. "Komutanım telefonu açtığında bana söylediğini ona da söyle," dedi. Silahını çekti. "Burada Aelyx ile birlikte kal," dedi Syrine'e. "Parolayı söylemeyen kimseye kapıyı açmayın." Syrine, Aelyx'in kolunu sımsıkı tutuyordu. "Parola nedir?" "Armut." İşgalci
Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

Not: Seri bittikten sonra Le'Cola'ya çok daha farklı bir gözle baktım. Teşekkürler, L'eihrliler!

14 Eylül 2017 Perşembe

Kitap Yorumu | Ben, Earl ve Ölen Kız - Jesse Andrews

Kitap Yorumu | Ben, Earl ve Ölen Kız - Jesse Andrews

Merhabalar.

Ben, Earl ve Ölen Kız'ı ilk duyduğum andan itibaren baya merak ediyordum. Almak ve okumak şimdiye nasip oldu. Kitap orijinal dilinde 2012 yılında yayımlanmış, dilimize de Pegasus Yayınları tarafından 2016 yılında çevrilmiş. Yazarın bir tane daha kitabı var, dilimize de çevrildi: Gıcıklar. Muhtemelen onu da alıp okurum, şu an bilemiyorum. Kitabın filmi de var; 2015 yılında sinemaya uyarlanmış, Alfonso Gomez-Rejon tarafından yönetilmiş. Fragman için tık tık.

Kitap temel olarak ana karakterimiz Greg'i konu alıyor, kitabı yazan da kendisi. 17 yaşında bir lise öğrencisi ve bir gün annesi yüzünden uzun zamandır konuşmadığı Rachel ile konuşmak zorunda kalıyor. Sebebi de kızın kanser olması. Ve olaylar da elbette böyle gelişiyor.

Greg. 17 yaşında, en yakın arkadaşı ile -kendisi kabul etmese de- film çekmeyi seviyor ve tek istediği liseyi kazasız belasız atlatabilmek. Hiçbir gruba dahil olmuyor ama herkesle bir şekilde muhabbet ediyor, felsefesi bu: Kimsenin grubunda olma ama bir başına da kalma. Bu çocuk işini iyi biliyor.

Rachel. Kendisi hakkında öyle çok derinlemesine bir şey bilmiyoruz. Küçükken bir durumları oluyor Greg ile ve sonrasında da konuşmuyorlar, arkadaş falan değiller yani. Ve nihayetinde kızımız lösemi oluyor, Greg'le de annesinin zorlamasıyla takılmaya başlıyorlar.

Earl. Greg'in en yakın arkadaşı ama nedense bu arkadaşlık meselesi ikisi için biraz garip işliyor. Film çekiyorlar, klasik filmler izliyorlar, öğretmenlerinin odasında beraber yemek yiyorlar lakin bunlar dışında pek de takıldıkları söylenemez. Çocukluktan beri arkadaşlar.

Kitabın konusunu bu şekilde anlatınca Aynı Yıldızın Altında tarzı bir şeyler okuyacağınızı düşünmeyin, bu kitap tam anlamıyla zıttı. Bir aşk hikayesini anlatmıyor. Hatta kitap tam anlamıyla Greg ile alakalı. Ve ben bunu sevdim. Yani Rachel da, Earl de Greg'in hayatını anlamamız için bir yardımcı karakter görevinde. Rachel ile tanışıyor diye Greg öyle hayatın anlamını falan da fark etmiyor. Aslına bakarsanız Greg'in, Rachel'ı pek umursadığı yok ve kızla zorunluluktan falan takılıyor.

Greg'in bütün o duyguları, umursamayışı, korkuları... Gerçekçi bir profil çizmiş, Andrews. Herkes hasta olmuş bir insanı umursamak zorunda değil ve bu tarz bir yakınlaşmada da sonuç hep aşk ile bitmiyor. Yazar farklı bir açıdan bakmış olaya ve ben bu bakış açısını beğendim. Acı ile alakalı komik bir şeyler yazmak istemiş. Her ne kadar kahkahalarla gülmesem de olayın ciddiyetinden uzaklaştırdı kitap beni.

Filmine gelecek olursam yorumu yazmak için izledim ve kitaptan farklı bir boyutta ilerliyor. Filmdeki Greg daha duyarlı, Rachel da biraz daha ön planda. İşin acımasız tarafını hafifletmek istemişler sanırım. Beni rahatsız etmedi, ayrı bir durum olarak değerlendirirsek eğer. Ama kitabın vermek istediği şeyi verememiş, o açıdan eksik kaldığını söyleyebilirim. Çünkü zaten o tarzda fazlasıyla film var, bir başkası çok da bir fark yaratmayacaktır diye düşünüyorum. Bu kitabı farklı kılan bakış açısıydı zaten. Film onu vermemiş izleyiciye, bilerek isteyerek.

Sözün özü, kitabı önerip önermemek konusunda kararsızım. Dediğim gibi ben öyle çok çok gülmediğim için mizah bazında almanızı şiddetle falan öneremem. Ama az biraz keyifli vakit geçirmek ve kafanızı yormayacak bir kitap okumak istiyorsanız önerebilirim. Biraz daha küçük olsaydım muhtemelen daha fazla eğlenecektim kitabı okurken. Bu sebepten yaşınızı ve tarzınızı göz önünde bulundurarak alın kitabı.

Puanım 6/10.

Alıntılar:
İnsana dehşet verecek kadar anlamsız olan bu kitaba başlamadan önce söylemek istediğim bir şey daha var. Kitabın kanserli bir kız hakkında olduğunu çoktan anlamış olabilirsiniz. Bu yüzden, "Müthiş! Sevgi, ölüm ve büyümek üstüne bilge ve içgörülü bir hikâye olacak. Büyük olasılıkla beni başından sonuna kadar ciddi ciddi ağlatacak. Şimdiden heyecanlandım!" diye düşünüyor olmanız mümkün. Eğer bu saydıklarım düşüncelerinizi doğru şekilde betimliyorsa belki de bu kitabı bir çöp kutusuna atıp arkanıza bakmadan kaçmalısınız. Çünkü olay şu: Rachel'ın lösemisinden kesinlikle hiçbir şey öğrenmedim. Aslında belki de bu olay yüzünden hayat konusunda daha da aptallaştım.
İnsanlar hakkında öğrendiğim bir şey varsa o da kendinizi sevdirmenin en kolay yolunun çenenizi kapayıp konuşmayı onlara bırakmak olduğudur. Kendinden bahsetmeyi herkes sever. Sadece hayatları iyi olan çocuklar değil.
"Odanı beğendim." "Sağ ol." "Kaç yastık var?" "Bilmiyorum." "Keşke benim de bu kadar çok yastığım olsaydı." "Neden annenle babandan istemiyorsun?" "Hoşlarına gitmez." Bunu neden söylediğim konusunda hiçbir fikrim yok. "Ama neden?" "Şey." "Şüphelenebilirler falan." "Sürekli uyuyacağından mı?" "Hayır, şey... Büyük olasılıkla yastıklarla mastürbasyon yapacağımı düşünürler." 
Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

Not: Son alıntıyı kitabın genel havasını anlatmak için seçtim. Bu tarz muhabbetlerden bolca var çünkü.

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Kitap Yorumu | Komik Bir Hikâye - Ned Vizzini

Kitap Yorumu | Komik Bir Hikâye - Ned Vizzini

 

Merhabalar.

Bu yazıyı yazmak biraz zor olacak benim için. Öncelikle bu kitabın yazarı Ned Vizzini 19 Aralık 2013 yılında intihara teşebbüs etmiş ve aramızdan ayrılmış. Zaten kitabı okurken depresyonu bu kadar iyi anlatan birinin bu tarz bir şey yaşamış olması gerektiğini anlayabiliyorsunuz. Tek diyebileceğim keşke dayanabilecek gücü kendisinde bulabilseydi. Keşke hayata haddini bildirebilseydi.

Yazarın 3 tane daha kitabı var, sadece kendisine ait. Başka yazarlarla ortak olarak yazdığı kitapları var bir de. Bahsettiğim 3 kitapsa şunlar: Be More Chill (2005), Teen Angst? Naaah... (2010) ve The Other Normals (2012). Komik Bir Hikâye ise 2007 yılında basılmış, dilimize de Go! Kitap aracılığıyla 2016 yılında çevrilmiş. Geç olsun, güç olmasın demişler.

Kitap 2010 yılında Ryan Fleck ve Anna Boden'ın yönetmenliğiyle sinemaya uyarlanmış. Fragman için tık tık. Emma Roberts ve Keir Gilchrist başrolleri paylaşıyor. Bir de Zach Galifianakis mi desem acaba? Adamı da başrol yapmışlar resmen. Filmi izledim; birkaç küçük şey dışında neredeyse aynısı olmuş, güzel de olmuş. O birkaç küçük (?) farklılıktan biri de Galifianakis'in karakteri olan Bobby'i neredeyse başroller ile aynı dereceye koymaları. Kitapta böyle bir şey yok, Bobby bu kadar ön planda değil. Zach Galifianakis Oynamam diğer türlü! mü demiş yoksa yönetmen mi böyle bir karar vermiş bilmiyorum ama Bobby karakterini baya görüyorsunuz filmde. O sahnelerden çoğu kitapta yok mesela. Neyse.

The Other Normals hariç, Komik Bir Hikâye de dahil olmak üzere üç kitabın kapağında da bir kafa çizimi var. Komik Bir Hikâye'de bu çizimin mantığını çok hoş buldum, diğer kitaplarda da bu çizimlerin güzel mantıkları vardır muhakkak. Yani, kapağı çok beğendim. Zaten çok dikkat çekici ama kitabı okuyunca kapağa daha ayrı bir gözle bakıyorsunuz elbette.

Konusuna gelirsem ana karakterimiz Craig Gilner'ın orta okuldan beri bir hayali var: Hayatta başarılı olmak. Bunun için de güzel bir liseye, güzel bir üniversiteye, ardından da doğru bir işe girmesi gerekiyor. Craig sabah akşam demiyor, bizim YGS-LYS'ye hazırlandığımız gibi gideceği Yönetici Meslek Lisesi'nin kendi özel sınavına hazırlanıyor. İyi de sonuç yapıyor; 800'de 800. Artık başarılı olacağını düşünüyor fakat şöyle bir sorun var ki okul çok zor. Ödevler, dersler, girmesi gereken kulüpler, katılması gereken okul dışı faaliyetler... Başarılı şekilde mezun olabilmesi için bunların hepsini yapması gerekiyor. Bütün bu sorumluluklar üstüne bindiği anda kaçınılmaz son geliyor ve Craig depresyona giriyor. Öyle hemen şak diye girmiyor tabii, bir müddet yemeden kesiliyor, uyku uyuyamıyor, yavaş yavaş düşünmeden duramamaya başlıyor. Ve bir gün -artık son raddeye geldiğinde- intihar etmeye karar veriyor.

Ama Craig çok olgun ve akıllı bir çocuk.

İntihar raddesine gelene kadar zaten bu durumdan nasıl çıkabileceğini mantıklı bir şekilde düşünmeye çalışıyor, Craig. Ailesinin kendisine ne kadar destek olduğunu da biliyor, onları üzmemeye çalışıyor. Psikologları ile işbirliği içerisine giriyor. Yani depresyona girdiğini fark edince yatağın içine girmiş ve ölmeyi bekleyen biri gelmesin aklınıza. Craig, gerçekten, bu durumdan kurtulmak adına çaba gösteriyor.

İntihara karar vermesi de şu şekilde gerçekleşiyor: Bir akşam artık kurtulmak, ailesini falan da huzura kavuşturmak istediğine karar veriyor. Çünkü ne denerse denesin olmuyor, ne yaparsa yapsın bu 'depresyon' denen durum devam ediyor. Bir gece, annesi uyuduktan sonra bir kitabın içerisinde bulduğu İntihar Hattı numarasını arıyor ve intihar etmek istediğini söylüyor. Karşısındaki kadını gayet normal bir şekilde dinliyor ve kadının Acil servise gitmelisin, uyarısına kulak verip en yakınındaki hastanenin acil servisine gidiyor.

Sonrası belli: Psikiyatri kliniğine yatış.

Kitabın bundan sonrası da Craig'in orada karşılaştığı insanlarla olan ilişkilerini, geçmişinden bir şeylerin gün yüzüne çıkışını, çevresindeki bazı insanları ardında bırakışını ve depresyon sürecinin en başından beri gösterdiği çabayı anlatıyor.

Ned Vizzini depresyonu biliyordu ve bunu çok güzel yazmış. [Güzel nasıl anlatılırsa bu konu artık.] Depresyonun sadece bahsettiğim gibi yatağına çekilmek, insanlarla konuşmamak, sürekli suratsız gezinmek olmadığını çok temiz anlatmış. Craig depresyonda ama hayattan soyutlanmış değil, kurtulmaya çalışıyor. Ve ne halde olduğunun farkında, hissettiği ve düşündüğü şeylerin ne kadar mantıksız olduğunun da farkında.

Sadece kurtulamıyor.

Daha doğrusu, sorunun ne olduğunu bilmiyor. Ve siz de Craig ile beraber asıl sebebin ne olduğunu görüyorsunuz. Ne yapması gerektiğini ve ne yaptığını okuyorsunuz.

Şimdi size şunu söylemeyeceğim: Depresyonda hissediyorsanız kesinlikle okumanız gerekiyor; sizi depresyondan kurtaracak bir kitap, sorununuzun ne olduğunu fark edebileceğiniz bir kitap.

Hayır.

Evet, depresyondaysanız okuyabilirsiniz ama bu kitap sizi depresyondan kurtarır mı? Çok emin değilim. Çünkü kitapta zaten bildiğiniz şeyler yazıyor olabilir. Durum da bu zaten: Ne yapmanız gerektiğini zaten bilirsiniz. Ama asıl sorun çekirdeğe inemeyişiniz ve sorunu çözemeyişinizdir. Ya yapacak gücünüz yoktur ya da erkenden pes edersiniz. Tüm olay sizde biter klişesi yani.

Kim bilir belki bazı şeyleri temiz bir şekilde göremeyen ve böyle hisseden insanlar vardır. Onları için kesinlikle öneririm bu kitabı. Aslında herkes için kesinlikle öneririm. Bu kitap, depresyonu çok iyi anlatan bir kitap ve günümüzde az olsun fazla olsun, bu durumdan muzdarip olmayan çok az kişi var.

Hem eğlenceli vakit geçirin, hem de bu konu hakkında bilgi edinin. Yani bu kitabı kesinlikle kitaplığınıza koyun.

Umarım yakın zamanda diğer kitaplarını da çevirirler.

Puanım 9/10.

Alıntılar:
Kendinizi öldürmek isterken konuşmak öyle zor ki. Dünyanın en zor şeyi; zihinsel bir dert değil, fiziksel bir şey, ağzınızı açıp kelimelerin dökülmesine izin vermenin fiziksel olarak zor olması gibi. Kelimeler, normal insanların kelimeleri gibi, beyninizle uyumlu ve rahat çıkmaz; buz kırma makinesindan dökülüyormuş gibi, parça parça çıkarlar; dilinizin arkasında toplanırlar ve siz onlara takılıp tökezlersiniz. O yüzden de çenenizi kapalı tutarsınız.
"Resmi niye bıraktın?" "Vaktim yok." "Saçmalama. Her zaman vaktin var." "Öyle mi?" "Evet. Zaman insanın uydurduğu bir kavram." "Sahi mi? Nereden duydun bunu?" "Uydurdum." "Doğru mu bilmiyorum. Hepimiz zamanın içinde yaşıyoruz. Bizi o kontrol ediyor." "Zamanımı istediğim gibi kullanıyorum, demek ki zamanı ben kontrol ediyorum." "Filozof olsana sen, Sarah." "Ih, yok. Neymiş o? Ben iç mimar olacağım."
Hasta falan değildim. Koridoru arşınlamaya devam ettim. Depresyon hastalık değildi. Her şeyi dram haline getirmek için bir mazeretti yalnızca. Bunu herkes biliyordu. Arkadaşlarım biliyordum, okul müdürüm biliyordu. Yine terlemeye başlamıştım. Beynimin içinde Çark'ın kükreyerek dönmeye başladığını hissediyordum. Ortada yaptığım doğru dürüst bir şey yoktu. Bir iki küçük resim işte, o kadar. Bunun hiçbir anlamı yoktu. Okulun müdürü az önce beni aramıştı, bense telefonu adamın suratına kapatmış, sonra da tekrar aramamıştım. İşim bitmişti. Okuldan uzaklaştırılmıştım. Bitmiştim. 
Esen kalın, hoşça kalın.

7 Ağustos 2017 Pazartesi

Seri Yorumu | Kocan Kadar Konuş / Kocan Kadar Konuş: Diriliş - Şebnem Burcuoğlu (Kocan Kadar Konuş Serisi)

Seri Yorumu | Kocan Kadar Konuş / Kocan Kadar Konuş: Diriliş - Şebnem Burcuoğlu (Kocan Kadar Konuş Serisi)


Merhabalar.

Kocan Kadar Konuş Serisi'ni 9.90 indiriminde yakaladım ve dedim ki: Alalım bakalım. Daha öncesinde almak aklımda yoktu yani, bir anda almaya karar verdim. İlk kitap 2014'te, ikinci kitap da 2015'te yayımlanmış. İlk kitabın yakaladığı başarının ardından da seri tamamen sinemaya uyarlanmış. Ezgi Mola ve Murat Yıldırım da başrollerinde oynamış. Kitabı görmüştüm ama asıl ilgimi çeken şey filmin fragmanı olmuştu.

Biraz boşa çıktı diyebilirim.

İsminden de anlaşılacağı üzere kitap, ana karakterimiz Efsun'un koca bulma durumuyla alakalı bir şeyler anlatıyor. Ailesi artık yaşının geçtiğini, okuduğu kitapların hayatını kurtarmayacağını, artık bir koca bulması gerektiğini söylüyor. Efsun'unsa geçmişte çok da başarılı ilişkileri olmamış, olmamaya da devam etmiş. En son kuzeni de takınca parmağına yüzüğü Bir bildikleri var herhalde, diye düşünerek kendisini biricik ailesinin kollarına emanet ediyor. Ve olaylar -kısmen- böyle gelişiyor.

Efsun'un ailesi tam anlamıyla evlilik manyağı. Evlenmediysen pek bir şey değilsin ve tez vakitte koca bulman lazım, felsefesini ilke edinmişler. Efsun'u aklıyorlar, paklıyorlar ve kız kardeşleriyle dışarı yolluyorlar. Kızlar bir gece kulübüne gidiyorlar ve güm! Efsun çocukluk aşkı Sinan ile karşılaşıyor. Gerisini de tahmin edersiniz herhalde.

Efsun. Kendisi karakter tanıtımına göre bol bol kitap okuyan bir kız, Kitap Yayıncısı, 30 küsür yaşında. Ve evlenmeyle -ailesi gibi- kafayı bozmamış bir kız. Çok kitap okuyor imajı çizilmiş ama bana doğru çizilememiş gibi geldi. Çok kitap okuyan insanın en azından az da olsa kendi fikri olur, doğru ile yanlışı bir şekilde ayırt edebilme kapasitesine sahip olur. Efsun, ailesinin bu tavrını çok yersiz ve saçma buluyor ama bir şekilde onlara ayak da uyduruyor yani. Aklından binbir türlü itiraz cümlesi geçiyor, hiçbirini de dile dökemiyor. Temeli tam oturtulamamış bir karakterdi benim nazarımda. Kendisi bir de feminist gösterilmeye çalışılmış; Allah'ım tam bir fiyaskoydu. Bir sahne var, bir kitap geliyor önüne. Kitaptaki paragraf da aşağıdaki alıntılar kısmında yer alıyor zaten.

Bu kadar saçma bir tahlil olamazdı muhtemelen.

Sinan. İlk kitapta var mıydı yok muydu, belli bile değil. Sahnesi gelince üç beş laf eden, sonra da hiçbir yaşam belirtisi göstermeyen bir karakter olarak çizilmiş. Ona dair hiçbir şey öğrenemedim, onu tanıyamadım, onu anlayamadım. Ana karakterden çok yan karakter gibi olmuştu bana göre. Ne sevdim ne nefret ettim. Zaten çok da tanıyamadığınız bir insana karşı bu tarz bir şeyler hissetmemeniz normal.

Efsun'un ailesine hiç değinmiyorum, her birinden illallah ettim.

Kitap komik olmaya çalışmış, başaramamış. Üç beş mesaj vermeye çalışmış, onu da eline yüzüne bulaştırmış. Koca seri twitter cümleleri ile doluydu yahu. Twitter'a bile yazılmazdı o cümleler belki de, bilemiyorum. Herkes Çok güldüm, çok komikti, gülmek için okunabilecek bir seri, falan yazmış da yani... Çok bir şey söylemek istemiyorum.

Gelelim benim en çok sinirimi bozan noktaya: Sabahattin Ali. Bizim Türk yazarlarda daha çok görüyorum bu durumu, henüz başka yazarlarda rastlamadım. Vardır belki de bilmiyorum, kimsenin hakkını yemeyeyim. Ama aynı duruma Ayşe Kulin'in Handan adlı eserinde de rastlamıştım. Karakter geçmişte yazılmış bir kitap karakterini yahut yazarını düşlerine konuk ediyor. Efsun da Sabahattin Ali ile konuşuyor. [Kürk Mantolu Madonna en sevdiği kitap tabii ki de bu arada.] Bana çok yersiz ve gereksiz geldi. Gerçekten gerek yoktu ve gerçekten ama gerçekten abes duruyordu. Bir de spoiler vermiş zaten, ilk kitabın 203. sayfasında. Kürk Mantolu Madonna'yı okumadıysanız o sayfayı atlayın gördüğünüz anda.

Dedim ki bir de filmlerine bakayım, yorum yapmadan evvel. Sadece ilk filmi izledim, ikincisini de bekletiyorum, emin değilim henüz. Ezgi Mola çok iyi bir iş çıkarmış ama karakter yamuk. Yani karakter dengede duramadığından Ezgi Mola da çok bir şey yapamamış filmde. Ama şunu söylemeliyim, filmde bazı sahneler kitaptan farklı olarak yazılmış. Ve bir tık daha komik olmuş diyebilirim. En azından kitaplardan daha iyiydi kesinlikle.

Sözün özü, kısa olmasa tam anlamıyla vakit kaybı olarak görebileceğim bir seriydi. Hızlı bitti de çok içime oturmadı şükür ki. İlla ki Merak ediyorum, falan diyorsanız filmlerini izleyin. Hiçbir şey kaybetmezsiniz. Seriyi alın, demem ben.

Puanım 4/10.

Alıntılar:
Türk kızının en moderninin annesi bile gün gelir kızının mürüvvetini görmek ister. Şahsen ben, "Kızım evlenmesen de olur, çocuk istiyorsan ya evlatlık alırsın ya da sperm bankasına başvurursun" diyen bir Türk anne tanımadım. Bir de ismine anneanne ve babaanne dediğimiz, sizin evlendiğinizi görmeden ölmek istemediğini söyleyip her ortamda ağlayabilme yetisine sahip, Oscar'lık bir grup insan yaşar. Zor dostum zor... KKK
Şarz dedi. Ay bayılacağım şimdi. Timur belki ceyran, kiprik, kirbit, şemşiye, veleybol, arabeks, diksmen, ve hatta riks deseydin bundan yıllar sonra dudağımın sol kenarında hafif bir tebessüm belirebilirdi sen aklıma geldiğinde. Ama bu şarz olayını kabullenmem mümkün değil. Yahu şarz demek şarj demekten daha zor. Kim, neresinden çıkardı bu şarz lafını? KKK
"Kime diyorum, alooo? Sinan'dan mesaj gelse ne yaparsın?" "Kafamın üzerine bir havuç koyup o havucu düşürmeden kendi etrafımda üç kere dönerim." "Of abla yaaa!" "Ne yapacağım, cevap yazarım." "O cevabı ne zaman yazarsın?" "Hemen." "Aptalsın işte sen." "Sensin aptal! Ne biçim konuşuyorsunuz siz benimle? Diliniz pabuç gibi oldu. Kaç zamandır böylesiniz. İşinize gelince abla, işinize gelince Efsun. Çocuk cevap vermem için atmıyor mu bu mesajı?" Tuğçe lafa atladı. "Bekleyeceksin abla. En az yarım saat bekleyeceksin. Sonra da iki kelimeyi aşmayacak bir mesaj atacaksın." KKK
Can sıkıntısından masamın üzerinde duran dosya yığınından bir tanesini daha alıyorum elime. Kadın-erkek ilişkileri üzerine yazılmış, yayınlanmayı bekleyen bir kitap daha. Giriş bölümü bir fıkrayla başlıyor. Hastane odasında, durumu ağır bir hasta, orta hall, ailesiyle birlikte doktoru bekliyor. Nihayet kapı aralanıyor ve içeriye yorgun ve umutsuz bakışlı bir doktor giriyor. -Hastanızın tek yaşam şansı var o da beyin nakli. Böyle bir ameliyatı ilk olarak deneyeceğiz. Tabii tüm masrafları sigortanız ödeyecek. Ancak nakledilecek beyin temini gideri hastanın ailesine ait olacak. Aile şokta. Aralarından biri konuşma cesareti gösteriyor: -Peki, ama nakledilecek beynin fiyatı nedir? diye soruyor. -'Değişir' diyor doktor. Erkek beyni kullanırsak 5000 Euro, kadın beyni kullanırsak 200 Euro. Uzun bir sessizlik oluyor. Beyler gülmemeye çalışıyorlar. Hanımlarla göz göze gelmekten kaçıyorlar. Yine daha cesur olanı soruyor: -Doktor bey bu fiyat farkının nedeni nedir? Doktor gülümsüyor: -Aynı arabalar gibi diyebiliriz. Kadın beyni ucuz oluyor çünkü kadınlar akıllarını çok kullanıyorlar. Çok kullanılmış akıl da çok kullanılmış beyin demek olduğuna göre, fiyatı düşük oluyor. Erkek beyni ise hiç kullanılmamış sıfır kilometre araba gibidir. Böyle yepyeni sayılabilecek bir beyin de pahalı oluyor haliyle. Ben bu kitabı basarım arkadaş! KKK
Esen kalın, hoşça kalın.

Not: Son paylaştığım alıntı tam olarak okuyup Yuh! dediğim kısım.