Film Önerisi | VOL-İ (WALL-E)

28 Aralık 2018 Cuma

Kitap Yorumu | Isla ve Mutlu Son - Stephanie Perkins (Anna and the French Kiss, #3)

Kitap Yorumu | Isla ve Mutlu Son - Stephanie Perkins (Anna and the French Kiss, #3)



Buram buram sanat ve Avrupa kokan bir kitapla geldim bugün: Isla ve Mutlu Son. Adından da anlaşılacağı üzere kitap, Anna and the French Kiss serisinin üçüncü ve sonuncu kitabı. İkinci kitabı Lola ve Komşu Çocuk yorumum da hemen şurada. Kitapların çevrilme sırası "Neden?" diye sordurtsa da aralarında karakterler dışında bir bağın bulunmuyor oluşu sorun olmamasını sağlıyor.

Konusu şöyle: Ana karakterimiz Isla, Fransa'da okuyan bir Amerikalı ve lise birden beri Josh adlı karakterimize âşık. Platonik olarak takılıyor elbette. Diş ağrısından ötürü ağrı kesici aldığı ve kafasının bir dünya olduğu gün, oturduğu kafede Josh'a rastlıyor ve bir şekilde ikili konuşmaya başlıyor. Çok tatlı bir akşam geçiriyorlar ve ilerleyen saatlerde Isla'yı eve bırakıyor Josh. Bu olay yaz tatilinde gerçekleşiyor. Kafasının güzel olmasından ötürü oldukça rahat davranan Isla, yaşananları ancak ertesi gün hatırlıyor lakin Josh'ı lise son sınıf başlayana, yani okul açılana kadar görmüyor. Okulda tekrar bir araya gelmelerinin ardından çiftin macerası da bir şekilde başlamış oluyor.


Çok tatlı çıtır çerez bir kitaptı, Isla ve Mutlu Son. Daha iki kitabını okudum lakin Perkins'in her kitabını sanatsal bir konu ile besleme dürtüsü çok güzel. Josh resim çiziyor ve Isla ile beraber yurt dışına, Barselona'ya gidiyorlar. Karakterler ile beraber siz de karış karış geziyorsunuz Barselona'yı. Mimari yapıları inceliyor, sokaklarını didik didik ediyorsunuz. Kitapta en çok hoşuma giden şey bu oldu.

Tadında bir genç yetişkin romanıydı özetle. Lola ve Komşu Çocuk'ta olduğu gibi her karakter nevi şahsına münhasırdı ve mekanlar da bir o kadar titizlikle seçilmişti. Okurken Isla ile beraber siz de âşık olmuş gibi hissediyorsunuz; o kadar yalındı çünkü duygular ve kelimelere dökülüşü. Sözün özü, ben büyük keyifle okudum. Genç yetişkin dalında yumuşak ilerleyişe sahip bir kitap arıyorsanız bu kitabı, hatta belki de tüm seriyi önerebilirim. 2. kitabı hariç, daha okumadım çünkü onu.

Puanım 7/10.

Alıntılar:
"Maceralı hikayeleri severim. Özellikle işin içinde bir tür felaket varsa." Kaşı kalkık kalıyor. Gülüyorum. "Ben mutlu sonu olanları da okuyorum." Josh raflarıma işaret ediyor. "Çok okuyorsun." "Bu gerçek maceralara çıkmaktan daha güvenli." Bu sefer gülen o oluyor. "Belki."
"Daha önce güneşin doğrudan saçlarına vurduğunu görmemiştim hiç." "Ah." Parlayan saçlarıma bakıyorum. "Asla aynı gözükmüyor, değil mi? İçerideyken kestane rengi. Dışarıdayken daha çok kızıl." "Hayır." Josh uzanıp dalgalardan birine hafifçe dokunuyor. "Kızıl doğru kelime değil. Kestane rengi, turuncu, bakır veya bronz renginde değil. Saçların ateş gibi. Bu yanan bir binanın alevlerinden büyülenmek gibi. Bakışlarımı alamıyorum."
Keşke bana çizdiği şeylere baktığı gibi baksa. O zaman bende utangaçlıktan fazlasının yattığını görebilir, benim onda tembellikten fazlasının yattığını gördüğüm gibi.
"Ama artık kendine güveniyor musun?" "Ben... bunu başarmak üzereyim. Boş bir tuval olmanın sorun olmadığını düşünmeye başladım sanırım. Belki de geleceğimin bilinmez olması sorun değildir." Yine gülümseyerek, "Belki de," diyorum, "geleceklerini bilen insanlardan ilham almak sorun değildir." "Biliyorsun bu iki taraflı işliyor." Buz gibi olmuş parmaklarını kendiminkilere kenetliyorum. "Ne iki taraflı işliyor?" "Sanatçılar boş tuvallerden ilham alır." Gülümsemem genişliyor. Josh, "Boş bir tuval," diye devam ediyor, "sınırsız olasılıkla doludur." 
Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

24 Aralık 2018 Pazartesi

Kitap Önerisi | Muhteşem Gatsby - F. Scott Fitzgerald

Kitap Önerisi | Muhteşem Gatsby - F. Scott Fitzgerald


Merhabalar.

Sıradaki kitabım Muhteşem Gatsby, kendisi Modern Klasikler Serisi'nin 63. kitabı. F. Scott Fitzgerald'ın diğer kitapları şunlar: Cennetin Bu Yanı (1920), Uçarı Kızlar ve Filozoflar (1920), Kıyıdan Uzakta (1920), Güzel ve Lanetlenmiş (1922), Kış Hayalleri (1922), Caz Çağı Öyküleri (1922), Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi (1922), Buruktur Gece (1934), Son Düş (1941), Bir Yazarın Öğleden Sonrası (1957).

Muhteşem Gatsby'nin önce filmini gördüm, sonra kitabından haberdar oldum. 2013 yılında Baz Luhrmann tarafından beyaz perdeye uyarlanmış, eser. Başrollerinde Leonarda DiCaprio, Carey Mulligan, Tobey Maguire, Joel Edgerton ve Isla Fisher yer alıyor. Kitap ile oldukça paralel ilerlemiş film, okumak istemiyorsanız eğer sadece filmini de izleyebilirsiniz. Ya da okuduktan sonra izleyebilirsiniz, karar sizin.

Öncelikli olarak, ana karakteri Gatsby sanmıştım kitabı okumaya başlayıncaya değin lakin yanılmışım. Şu anlamda yanılmışım: Kitap Nick Carraway'in ağzından anlatılıyor. Kendisi Bay Gatsby'nin komşusu. Biz Gatsby'e ikinci bir gözden bakıyoruz yani. Bu beni şaşırtan bir detay oldu ve hoşuma gitti. Bu demek değil ki Gatsby çok az bir yer kaplıyor kitapta. Ana odağımız hala kendisi.


Ben Gatsby karakterine üzüldüğüm kadar hiçbir karaktere üzülmedim herhalde şu hayatta. Üzüldüysem de azdır muhtemelen sayısı. Daisy'e de müthiş sinir oldum sonunda. Yani madem... neyse, konuşursam bilgi vermiş olacağım. Susuyorum o yüzden. [Allah cezanı vermesin, Daisy.] Nick ve Gatsby'nin çevresindeki çoğu kişi de sizinle beraber tanıyor neredeyse karakteri. Geçmişini, hedefini ve hayatının iç yüzünü sizinle beraber öğreniyor. Kitabın başlangıcındaki cümle, hikayenin temeline kazınıyor sayfalar boyunca.

Kitabın o şaşalı dünyası, karakterlerin de keza öyle oluşu, bahsedilen Caz Çağı'na müthiş uyum sağlıyor. Ki ayrı bir ilgim vardır Caz Çağı'na, bu sebepten de oldukça keyif aldım ben kitaptan. Sonunun, kitabı bu denli beğenişimde etkisi olduğunu da söylemem gerekiyor tabii. Sonu farklı bir şekilde bitseydi o kadar etkilenmeyebilirdim belki de.

Saf aşka, aşk için yapılan fedakarlıklara, sadakate ve daha birçok şeye tanık oluyorsunuz, Muhteşem Gatsby'de. Okumanızı ve filmini izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

Puanım 8/10.

Alıntılar:
Daha genç ve kırılgan olduğum yaşlarımda babamın verdiği bir öğüt, o günden beri aklımdan hiç çıkmaz. "Birisini eleştirmeye kalkıştığında," dedi bana, "şu dünyada her insanın senin sahip bulunduğun ayrıcalıklara sahip olmadığını hiç aklından çıkarma."
"Bir şey kesin ve bundan daha kesin başka bir şey yok/ Zenginler daha zengin oluyor, yoksullar da çocuk yapıyor / İki arada bir derede..." 
Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

18 Aralık 2018 Salı

Kitap Yorumu | Doğuştan Çapkın - Susan Elizabeth Phillips (Chicago Stars, #7)

Kitap Yorumu | Doğuştan Çapkın - Susan Elizabeth Phillips (Chicago Stars, #7)



Herkes kitaplığının ilk kitaplarından birkaçını hatırlar herhalde, değil mi? Ben ilk iki kitabımı hatırlıyorum en azından. Bunlardan biri de Susan Elizabeth Phillips'in kitabıydı: Aşk Kapıyı Çalınca. Ardından Aşkta İlk Çeyrek kitabını okuyup uzuuun bir ara vermiştim, Phillips'in kalemine. Yıllar sonra kendisini merak ettiğimi ve özlediğimi fark ettim. Kitaplarından Doğuştan Çapkın'ı seçip sepete attım. Ve buradayım.

Yazarın iki tane serisi, haricinde de birkaç tane novellası var. Ben bu yazımda sadece Chicago Stars serisine değinmek istiyorum. Diğer serilerine de kitaplarını okudukça -artık ne zaman olur, bilmem- değinirim inşallah. Chicago Stars serisi şu anda sekiz adet kitaptan oluşuyor, yedi tanesi dilimize çevrilmiş. Dilimize çevrilen kitapları da sırasıyla şunlar: Aşkta İlk Çeyrek (1994), Kalbinde Bir Yer Aç (1995), Sensiz Olmaz (1997), Küçük Bir Hayal Kur (1998), Ah Şu Kalbim (2002), Aşk Çok Yakında (2006). Serinin yedinci kitabı Doğuştan Çapkın orijinal dilinde 2004 yılında yayımlanmış. Bir de sekizinci kitabı var, o henüz çevrilmedi, First Star I See Tonight isimli; 2016 yılında yayımlanmış. Araya giren yıllarda da ikinci serisi olan Wynette, Texas serisinin kitaplarını yazmış muhtemelen. [Her kitap ayrı bir hikaye ortaya koyuyor. İlkini okumadım, yedincisini okuyabilir miyim, diye düşünmenize gerek yok. İstediğiniz kitaptan başlayabilirsiniz.]

Kitap Chick Lit türünde bir eser olduğu için konusunu öyle derinlemesine irdelemeye lüzum yok, zaten kitapta öyle muhteşem dönüm noktaları da yok. Chicago Stars'ın temelindeki olay şu: Chicago Stars takımının oyun kurucuları -her kitapta farklı biridir bu- bir kız ile tanışır ve olaylar gelişir. Bu kitaptaki oyun kurucumuzun adı Dean Robillard. Kendisi bir gün yoldayken başı olmayan bir kunduz ile karşılaşıyor. Bu kunduzumuzun adı da Blue Bailey.

Adamımızın ne olduğunu söyledim zaten, kadınımız da ressam. Ama tanışmaları Blue'nun meteliksiz kaldığı bir döneme denk geliyor, ne yazık ki. [Neden o halde olduğunu da kitabı okurken öğrenirsiniz.] Blue, kunduz kostümünü gün içerisinde maskotluk yaptığı için giymiş, eski sevgilisine gidecekken karşılaşıyor Dean ile. Dean'in de canı sıkılmış tek başına, öyle arabada falan. "Atla," diyor Blue'ya, beraber birkaç kilometre öteye, Blue'nun eski sevgilisinin yanına gidiyorlar. Neyse bunlar tartışıyor, oradaki pansiyoncu kadın Blue'yu kovuyor. Blue kalıyor mu dışarıda? Sonrası da Dean ile Blue'nun karşılıklı menfaatler içerisinde birbirlerinin yanında kalmaları sonucu yaşadıklarını anlatıyor.

Kitabın daha ikinci sayfasından keyifle arkama yaslandım. Diyaloglar keyif verecek kadar zekice yazılmış. Boş boş laflar, 'Ah, Dean!'ler, 'Blue, bebeğim!'ler falan yok. [Böyle anlatınca da kitabın başından sevişmeye başlıyorlarmış gibi oldu. Yok öyle bir şey.] Atışmaları çok tadında ve ben okurken çoğu yerde gülmeden edemedim. Karakterler az da olsa oturaklı. Kadın bağımsız, ayakları üzerinde duran bir kadın; adam klasik oyun kurucusu işte. [Çok yüzeyselleştirdim herifi ya...]


Her kitabın olduğu gibi romantik ve chick-lit kitapların da bir tepe noktası vardır. Olaylar gelişir, gelişir ve bir yerde bir şeyler patlar. Sonra olaylar yavaş yavaş çözülürken eski sakinliğine doğru geri döner. Romantik kitaplarda da bu tepe noktası; iki karakterin birbirini yanlış anlaması, yalan söylemesi, birinin kendini yetersiz görmesi, kafasına göre tribe girmesi, yersiz hayaller kurması, karşısındakini dinlememesi sonucu gerçekleşir. [Öf, yazarken bunaldım.] Bu kitapta da böyle bir nokta var elbette lakin gereksiz triplerden çok haklı sebeplere dayanıyor. Kimse kimseye trip atmıyor, gurur yapmıyor; ne düşünüyorlarsa söylüyorlar, ne yapmaları gerekiyorsa yapıyorlar. Enfes yani! Böylesine denk gelince zevkten dört köşe oluyorum ben.

Kitapta başka karakterler de var elbette ama benim o kadar ilgimi çekmediler. Kurgu ve ana karakterler belli bir temele otursun diye oluşturulmuş karakterlerdi. Ha, tamam, deyip geçtim hepsini.

Kurgu... eh, yani. Öyle muazzam bir kurgusu yok. Ama böyle bir türden de muazzam kurgular beklemeye lüzum yok. Beklentileriniz doğru yerde durursa keyifle okuyabileceğiniz bir kitap kendisi. Klasikler ile kendimi yorduğum şu dönemde araya böyle çerezlik bir kitap sıkıştırmak iyi geldi. Öyle ki başladım ve gece üçe kadar okuyup elimden bırakamadım. Şimdi tekrar klasiklerime geri dönebilirim. [Ehe.]

Puanım 6/10.

Alıntılar:
"Bir aktör," dedi kadın, hırlar gibi. "Şansa bak!" "Sana aktör olduğumu düşündüren nedir?" "Kız arkadaşlarımdan bile daha güzelsin." "Bu bir lanet." "Mahcup bile olmadın mı?" "İnsan kendisiyle ilgili bazı şeyleri kabullenmeyi bilmelidir."
..."Başıma fazla dert açma, olur mu? Seni hapisten çıkardım ve trafik cezanı ödedim." Dean yine saldırıya geçmişti. Blue onun bakışlarına karşılık verebilmek için güneşe karşı gözlerini kısmak zorunda kaldı. "En çabuk şekilde sana geri ödeyeceğim." "Biz takas yapıyoruz, unuttun mu?" "Bunun tam olarak nasıl işlediğini bana da hatırlatsana." Dean bir şey açıklamak yerine Blue'yu baştan aşağı inceledi. "Plastik makas tutan bir anaokulu öğrencisi yerine saçlarını bir profesyonele kestirmeyi hiç düşündün mü?" "Fazla meşgulüm." "Ukalalık etmeyi bırak."
Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

30 Ekim 2018 Salı

Kitap Yorumu | Edgar Casey Akademisi - Beth Revis

Kitap Yorumu | Edgar Casey Akademisi - Beth Revis


Merhabalar.

Beth Revis'ı duyanlarınız Evrenin Ötesi serisinden biliyordur muhakkak. Ben de okumuş ve yorumumu yapmıştım, hemen şurada. Diğer iki bağımsız kitabını da indirimde yakalar yakalamaz aldım. Yazarın diğer kitapları da sırasıyla şunlar: Evrenin Ötesi (2011), Bir Milyon Güneş (2012), Dünyanın Gölgesi (2013) ve Yapay Düş (2014).

Bu kitap ile alakalı ne söylesem spoiler verecekmişim gibi hissediyorum. Şahsen ben kitabın gidişatını büyük bir şokla karşıladım, hiç aklıma gelmeyen bir şey oldu çünkü. Sizden de yaşayanlar olur diye olabildiğince üstü kapalı anlatmaya çalışacağım. Hof, baya zor olacak.

Konumuz şu şekilde: Ana karakterimiz Bo, özel yeteneklere sahip öğrencilerin gittiği bir akademiye, Edgar Casey Akademisi'ne gidiyor. Bo'nun yeteneği ise zamanda yolculuk yapabilme. Fakat günlerden bir gün kız arkadaşı Sofia ile çıktıkları bir yolculukta Sofia'yı geçmişte -kazara- mahsur bırakıyor ve Sofia'yı kurtarması için güçlerini kontrol edebilmesi ve özdenetimini sağlayabilmesi gerekiyor.

Kitap boyunca Bo'nun Sofia'yı kurtarma girişimlerini, özdenetimini sağlayabilmek için verdiği uğraşları ve aile ilişkilerini okuyoruz. Süper güçler ve aksiyon falan beklemeyin yani bu kitaptan. Edgar Casey Akademisi daha çok psikolojik bir kitap.

Ben Beth Revis'ın olaya bakış açısını ve yaklaşımını oldukça beğendim. Farklı bir bakış açısı bende her zaman ayrı bir sempati uyandırıyor zaten. Yapay Düş'ü okuduktan sonra karar vereceğim buna ama Beth Revis şimdiden bendeki yerini hazırladı gibi hissediyorum. "Ne olursa olsun, bir alır okurum," listeme girdi bu kadının kitapları. Gizem yaratma konusunda ne kadar başarısızsa sürükleyici eser yazma konusunda da bir o kadar başarılı.

Şöyle güzel bir psikolojik roman okumak istiyorsanız ben keyifle öneririm, Edgar Casey Akademisi'ni. Kıyıda köşede kalıyor bu kadın, üzülüyorum.

Puanım 7/10.

Alıntılar:
Bir zaman yolcusu olmanın bana öğrettiği en önemli şeydi bu. Tek bir kişi değildiniz. Yaşamın her anında farklı bir insandınız. Adınızın bir önemi yoktu. Gidip farklı bir zamanda aynı isme sahip olan birini görün, tamamen başka bir insandır.
...Aşık olduğunuzda, ilk öpücükle aşka kapılmazsınız, ondan sonraki her öpücükte aşık olursunuz. Büyük anlar harikadır ve onları hatırlama nedeniniz bellidir ama bir insanı gerçek yapan küçük şeylerdir: saçlarının kokusu, omzunuza yaslanmış başının sıcaklığı, kulağının kıvrılma şekli, rahatladığında bacaklarını altına alışı, bir filme sesini çıkardığını unutacak kadar odaklandığında soluğunu tutması ve mırıldanması. Büyük anlar sadece kafanızdaki fotoğraflardır; küçük şeyler ise anılardır.
"İçimde karanlığı hissediyorum, göğsümde kıvrılmış, duman ve ateş soluyan bir yaratık gibi. Her zaman orada. Üzerimde bir yük. Kendi tenim dışında başka bir şeyin içinde kapalı değil. Bazen uyuyor. Bazen uyumuyor."
Esen kalın, hoşça kalın.


25 Ekim 2018 Perşembe

Kitap Önerisi | Casus - Joseph Conrad

Kitap Önerisi | Casus - Joseph Conrad


Merhabalar.

Yazın başında başladığım ve önünü alamadığım klasikleri okuma serüvenime, Modern Klasikler Dizisi'nin 4. kitabı olan Casus ile devam ediyorum. Yazarın diğer kitapları da şunlar: Almayer'in Sırça Köşkü (1895), Karain (1897), Narcissus'un Zencisi (1897), Gençlik (1898), Karanlığın Yüreği (1899), Nostromo (1904), Dönüş (1908), Batılı Gözler Altında (1911), Zafer - Bir Ada Hikayesi (1915) ve Üç Deniz Öyküsü (1915).

Kitabımızın bir filmi de var elbette. Kefaret, The Good Father ve Carrington gibi filmlerin de yönetmeni olan Christopher Hampton tarafından yönetilen The Secret Agent isimli bu film, 1996 yılında yayımlanmış. Başrollerinde Christian Bale, Gérard Depardieu, Bob Hoskins ve Patricia Arquette yer alıyor.

BBC One yapımı bir mini dizisi de var ayrıca, aynı isimle. Başrollerinde Toby Jones, Vicky McClure ve Stephen Graham'ın yer aldığı mini dizi, 2016 yılında yayımlanmış. Geçtiğimiz yaz. Çok yakın yani.

Modern Klasikler Dizisi'ni tamamlamak gibi bir düşüncem olmasa belki de çok geç tanışacağım bir yazardı, Joseph Conrad. Aynı şekilde Casus da. Polonya asıllı bir yazar olmasına rağmen İngiliz dilinin en önemli yazarları arasında yer almayı başarmış, Conrad. Kitabı orijinal dilinde okumadığım için bu konu hakkında daha fazla yorum yapamıyorum tabii.

Ana karakterimiz Verloc'un, namı diğer DELTA'nın, Vladimir denen bir adamdan aldığı direktif sonucu Greenwich Gözlemevi'nde meydana getirdiği patlamayı anlatıyor başlangıçta kitap. Kitaptaki tek ve önemli olayımız bu. Bunun haricinde durağan bir yapısı olan, daha çok insan-sistem-aile ilişkilerini ele alan bir eser, Casus. Anarşistlerin birbirleri ve devlet ile olan ilişkilerini, karı-koca-aile ilişkilerini, teşkilatın ast üst ilişkilerini okuyorsunuz en çok. Bütün bunlara öyle yerinde, öyle güzel değinmiş ki yazar. Yeri geliyor karakterlerinden birine bir tirat attırıyor ve siz zevkle okuyorsunuz. Alt metine de yerleştirmiyor anlatmak istediklerini, açık seçik ne varsa döküyor kelimeler ile ortalığa.

Tabii kitabın durağanlığı beni biraz zorladı elbette. Kimi zaman bıraktığım yeri, okuduğumu bile hatırlamayıp geri dönmek ve bir kez daha okumak zorunda kaldım. Sonlarına doğru "Tamam artık, anladım," diyerek kitabı bitirmeye çalıştım. Çünkü daha olayın başlangıcından sonunu görebiliyorsunuz; hal böyle olunca o uzun sayfalar bitmek bilmiyor. Hele son bölümlerden birinde yer alan bir kadının -kim olduğunu söylemiyorum- duygu durum değişikliğinin anlatıldığı o sayfalar... Tamam, kısaca üzerinden geçilecek bir olay değildi ama bu kadarı da çok yordu beni.

Kitap 309 sayfa ama daha kısa da olabilirdi, nazarımca. Anlattıkları ve değindiği konu çok güzel lakin yer yer fazla geldiğini de söylemeden geçemem.

Neyse. Neticede şöyle bir güzel entrikalarla çevrili, dedektiflik romanı okumak istiyorsanız Casus raflardaki yerini çoktan almış durumda. Olaydan ziyade insan ruhunu çözüyorsunuz bu kitapta. İsteklerin ve eylemlerin altında yatan düşünceleri... Çoğu karakterin sınırları o denli güzel çizilmiş ki birkaç tanesini okurken delirmeden edemedim.

Puanım 7/10.

Alıntılar:
"... İdealleştirmenin her türlüsü hayatı yoksullaştırır. Hayatı güzelleştirmek, onun karmaşık niteliğini ortadan kaldırmak, yok etmektir. Sen bu işi ahlak hocalarına bırak, dostum. Tarihi insanlar yapar ama kafalarının içinde değil. Olayların akışında, insan zihninden doğan fikirlerin pek önemli bir payı yoktur. Tarihe hükmeden, tarihin yönünü belirleyen, üretim ve üretim araçlarıdır; ekonomik koşulların gücüdür. Kapitalizm, sosyalizmi yarattı; anarşinin sorumlusu, kapitalistlerin mülkiyeti korumak amacıyla çıkardıkları yasalardır. Toplum düzeninin gelecekte nasıl bir biçim alacağını kimse kestiremez. O zaman geleceğe yönelik düşler kurmaya ne gerek var? Bu tür düşler, olsa olsa düşü kuran kimsenin zihin yapısını ortaya koyar; gerçek değerleri yoktur. Bırak da böyle hayallerle ahlak hocalığı edenler oyalansınlar."
"Böyle bir geri zekalı gördünüz mü siz hiç? Ona göre hapse düşen suçludur. Ne basit, değil mi? Adamı hapse atanlara, zorla deliğe tıkanlara ne demeli? Evet, zorla deliğe tıkanlara ya. Ayrıca, suç ne demek? Bu karınları tıka basa dolu soytarılar dünyasında, bir sürü talihsiz, zavallı insanın kulaklarıyla, dişlerine bakarak paraya, üne kavuşan o aptal herif suçun ne olduğunu biliyor mu dersin, ha? Kulaklarla dişler suçluyu belli edermiş, öyle mi? Peki, suçluları bundan çok daha iyi belirleyen yasalara -aşırı beslenen kimselerin aç insanlara karşı kendilerini korumak için icat ettikleri o güzelim dağlama demirlerine- ne demeli? 
Merak insanın kişiliğini dışa vuruş biçimlerinden biri olduğundan, meraksız bir kimse her zaman bir parça gizemlidir. 
Esen kalın, hoşça kalın.

23 Ekim 2018 Salı

Kitap Önerisi | Gurur ve Önyargı - Jane Austen

Kitap Önerisi | Gurur ve Önyargı - Jane Austen


Merhabalar.

Gurur ve Önyargı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'na ait Hasan Ali Yücel Klasikleri Dizisi'nin ilk kitabı. Yazarın aynı diziden çıkan diğer kitapları şunlar: Akıl ve Tutku (1811), Northanger Manastırı (1817). Dilimize çevrilen diğer kitapları ise: Mansfield Park (1814), Emma (1815) ve İkna (1817).

Elbette kült eserimizin bir filmi de var. Joe Wright tarafından yönetilen Pride and Prejudice filmi 2005 yılında vizyona girmiş. Atonement (2007), Anna Karenina (2012) ve Darkest Hour (2017) da yönetmenin eserleri arasında yer alan filmler.

Bu yazıya başlamadan evvel oldukça gerildiğimi itiraf etmeliyim, neden olduğunu bilmiyorum. Sanırım bu durumda kitabın bana beklediğimi vermemesinin de etkisi var. Muhtemelen ben beklentimi yükselttim ve sonuç böyle oldu. Bunda elbette Jane Austen'in bir suçu yok. Kitabı beğendim lakin umduğumu bulamadım, diyeyim en iyisi.

Gurur ve Önyargı, kimi yayınevleri tarafından Aşk ve Gurur olarak çevrilmiş olan bu kitap, yıllardır raflarda yerini koruyor. Aşk ve Gurur bu kitap için verilebilecek en yanlış isim falan muhtemelen, en azından benim için. Gurur ve Önyargı bu kitap için en doğru isim. 18. yüzyıldan beri artarak devam ediyor okuyucuların Gurur ve Önyargı'ya olan ilgisi. Hal böyle olunca ben de büyük bir heyecan ve şevkle kitabı aldım ve okumaya başladım. Heyecanımın ve şevkimin asıl sorumlusu kitap yahut hakkında söylenenler değil elbette, bir film.

Becoming Jane, Jane Austen'in hayatını anlatan, yönetmenliğini Julian Jarrold'ın yaptığı 2007 yapımı bir biyografik-drama filmi. Austen'in aşk, aile ve yazarlık hayatına değiniyor ve başrollerini Anne Hathaway ile James McAwoy paylaşıyor. Bu filmi izleyip Gurur ve Önyargı'yı okuduktan sonra iki hikaye arasındaki muazzam benzerliği fark etmemeniz imkansız hale geliyor. Gurur ve Önyargı, Austen'in hayaline dönüşüyor. Elizabeth, Jane'e dönüşüyor; Jane de ablası Cassandra'ya.

Adında da geçtiği üzere kitap temelde gururu, önyargıyı ve bunların Elizabeth ile Darcy arasındaki ilişkiye olan etkisini anlatıyor. Üçüncü tekil kişi ağzından anlatılıyor olaylar ve anlatıcının varlığını hissediyorsunuz, öyle ki bazı yerlerde devreye girip -tabii bunu abartmıyor- kendi düşüncelerinden de bahsediyor. Ama bu öyle çok fazla gerçekleşmiyor, endişeniz varsa olmasın. Neden Aşk ve Gurur çok yanlış dedim bu kitap için peki? Çünkü Elizabeth ve Darcy'nin aşkı o denli geri planda ki... Elizabeth'in dört tane kız kardeşi var, onların da hayatlarındaki gelişmelere tanık oluyorsunuz. Çevredeki yahut iletişime geçtikleri insanların, annesinin, babasının, uzaktaki akrabasının hayatlarındaki gelişmelere de... Çok yoğun ve kalabalık bir kitap aslında, Gurur ve Önyargı. Zaten Birinci, İkinci ve Üçüncü Kitap adlı başlıklar ile birbirinden ayrılmış bölümlerden oluşmakta.

Birinci kitapta delirme noktasına geldim. Elizabeth'in -kendisini bu konuda oldukça başarılı bulur ve överken- Darcy'ye karşı bu denli kolay önyargıya kapılması beni çıldırttı. Sırf sert duruşundan ve dışarıya yansıttığı gururlu tavrından ötürü, elin adamından duyduğu şeylere o denli kolay inandı ve o denli kolay yargıladı ki Darcy'yi, otobüste oturduğum koltukta nefes alamaz hale getirdi beni. Nasıl hayal kırıklığına uğradığımı anlatamam.

İkinci kitapta işler biraz toparlar gibi oldu, sonlarına doğru en azından. Karakterlerin iç yüzleri ortaya çıktı, bazı meseleler patlak verdi. Elizabeth'in aklı başına geldi. [O anda bile on beş defa reddetti inanmayı, yani ne diyeyim bilemiyorum. Of!]

Üçüncü kitap ise su gibi aktı gitti, hayal kırıklarımı nazikçe toparlayıp itinayla yapıştırdı. Kitap bitince muhteşem bir sevince kapılmadım ama en azından gönül rahatlığıyla kapağını kapatıp arkama yaslanabildim. O da çok kısa sürdü zaten.

Şimdi Kitabın ismi Gurur ve Önyargı, gelmiş kızın önyargısından dem vuruyorsun! diyenler olacaktır muhakkak. Belirtmem gerekiyor ki kızın önyargısıyla alakalı bir derdim yok, her yazar karakterini istediği şekilde kaleme alabilir. Benim genel olarak önyargılı karakterler ile derdim var sadece. Özellikle de önyargılı olmadığını düşünenlerle... [Elizabeth, hayatım, seninle olan nefret-sevgi ilişkimiz baki kalacak.]

Jane Austen'in kalemi ise bana nasıl bir zamanda olduğumuzu fark ettirdi. Mizahi ve hiciv yönü çok kuvvetli, kadın-erkek bağımsızlığına ve seçme özgürlüğüne olan inancını oldukça kuvvetli bir şekilde kaleme alan bir yazar, Austen. Karakterlerin hazır cevaplılığı ve karakterlerde yer alan -ve dönemini yansıtan- nokta atışı özellikleri yazarın gözlem gücünün kuvvetini ortaya koyan detaylar. Kitabın dili dönemine has, şiirsel bir özellik taşımakta. Lakin 18. yüzyılda yaşamış kadın yazar ile erkek yazar arasındaki uçurumu da kolaylıkla görebilmemi sağladı bu kitap. Bu kimsenin suçu değil, hatta suç bile değil. Sadece edindiğim intiba bu.

Dili kısıtlı Austen'in, her ne kadar satırlarca döküp saymış olsa da paragrafları. Kadın olarak yaşamanın getirdiği sınırlar, dilinde de kurgusunda da kendisini belli ediyor ister istemez. [Bahsettiğim şey kadınsı bir şekilde yazıyor olması değil. Bir erkek gibi yazmak zorunda da değil, zaten bir kadın kendisi.] Günümüzde ise aradaki bu uçurumun mesafesi daralmış durumda gibi gözüküyor. Jane Austen günümüzde yaşasa nasıl olurdu, diye düşünmeden edemiyor insan.

Puanım 7/10.

Alıntılar:
... "Akşamı bu şekilde geçirmek ne tatlı! Doğrusu okumak gibi tatlı şey yok! Başka her şey insanı kitaptan daha çabuk yoruyor!.. Kendi evim olduğu zaman müthiş bir kütüphanem olmazsa mutsuz olurum."
... "Ne zevk! Ne mutluluk! Bana yeni bir hayat ve enerji verdiniz. Hayal kırıklığına ve kedere elveda. Dağın taşın yanında erkekler de neymiş? Ah! Yollarda geçireceğimiz saatleri düşünsenize! Döndüğümüz zaman öbür seyyahlar gibi olmayacağız, biz her şeyi ince ince anlatmayı becerebileceğiz. Biz nereye gittik, bileceğiz... gördüklerimizi hatırlayacağız. Göller, dağlar, nehirler aklımızda birbirine girmeyecek; belli bir sahneyi tarif etmeye kalktığımız zaman nereye yakındı nereye uzaktı diye kavga etmeye başlamayacağız. Bir heves anlattıklarımız bile çoğu seyyahınkinden daha inandırıcı olacak."
 "Sık sık düşünüyorum da," dedi, "insanın sevdiklerinden ayrılması kadar kötü bir şey yok. Sevdikleri yanında olmayınca insan pek garip kalıyor."
Esen kalın, hoşça kalın.

16 Eylül 2018 Pazar

Kitap Önerisi | Gömülü Şamdan - Stefan Zweig

Kitap Önerisi | Gömülü Şamdan - Stefan Zweig


Merhabalar.

Yine bir Stefan Zweig eseri, yine ben. [Benden başka kim olacaksa burada?] Lakin bu defa övmelere doyamadığım Zweig'a biraz farklı bir açıdan bakacağım. Haliyle siz de bakmış olacaksınız.

Gömülü Şamdan, Yahudilik'te yeri olan yedi kollu şamdanın, Menora'nın, kentten kente yolculuk etmesini anlatıyor temel olarak. 5. - 6. yy. arasında zuhur ediyor bütün olay. Roma'da bulunan şamdan, bir yağmalama sonucunda Vandalların eline geçiyor. Bir cemaat var ve bu olaya şahitlik ediyor, yanlarında küçük bir erkek çocuğu ile. Şamdanı, denizaşırı yolculuğuna uğurluyorlar. Yıllar sonra bu küçük çocuk, Benjamin, büyüyor ve şamdanın Bizans'ta olduğu haberini alıyor. Çocuk gelmiş 80 küsür yaşına. Şamdanı geri almak ve Yahudilere teslim etmek için Bizans'a gidiyor. Sonrasından bahsetmeyeyim.

Şimdi, ben Stefan Zweig'ı severim, her eserine de ayrı saygım vardır. Bu eserine de var elbette lakin o kadar beğenemedim. Bunun sebebi ne Yahudiliği temel alıyor olması ne de başka bir şey. Sadece Zweig'ın Yahudiliği fazla yüceltiyor oluşu, aynı şekilde Yahudi halkını. Hristiyanlığı bile Yahudiliği yüceltmek adına kötü gösteriyor gibi geldi bana, hiçbir Hristiyan karakter de iyi olmaz mı yahu?

İnsana ve insan psikolojisine bu denli objektif yaklaşan bir yazarın, böyle bir kitap yazmış olması beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Adamın kendi dini Yahudilik, Hristiyanlığı mı yüceltecekti, diyebilirsiniz pek tabii. Mesele yüceltmekten ziyade haddinden fazla yüceltmek. [Amacı buydu belki de, bilemem elbette.] Yani istediği şeyi, istediği şekilde anlatabilirdi pek tabii ama ben o objektifliği alamadım eserden.

Yahudilik ile alakalı bir şeyler okumak istiyorsanız ya da Zweig'ın bütün eserlerini teker teker okumak isiyorsanız alın okuyun tabii. Ama ben o kadar beğenemedim maalesef, Gömülü Şamdan'ı.

Puanım 4/10.

Alıntılar:
"...Bir insan için bilmemek sormamaktan daha kötüdür. Çok soran insan çok şeyi anlayabilir ancak. Yalnızca çok şeyi anlayan biri adil bir insan olabilir."
"...İnsanın sahip olduğu ne varsa emanettir yalnızca ve mutluluk süresi döner bir tekerlek üstündeymişçesine akar gider." 
"...Ancak bu dünyada adaletin haklıdan değil, güçlüden yana olduğunu daha sonra anlayacaksın. Yeryüzünde şiddet, iradesini zorla kabul ettirir ve dindarlığın dünyevi gücü yoktur. Tanrı bize hakkımızı yumruklarımızla almayı değil, adaletsizliğe katlanmayı öğretti yalnızca."
"...Tanrı belki de bu yüzden, arzularımızı gözle görünen şeylere bağlamayalım; O'na, ulaşılmaz ve görünmez olana yalnızca içsel bir bağlılıkla sadık kalalım diye tapınaklarımızı yıkıp, bizi vatanımızdan koparmıştır. Belki bizim gerçek yolumuz budur, hüzünle geriye ve özlemle ileriye bakarak, huzuru arzulayarak ama daima huzursuzluk içinde sürekli yollarda olmamızdır; hedefi bilinmeyen ama ısrarla yürünen yoldur kutsal olan, işte bu gece nasıl sonlanacağını bilmeden karanlığa ve tehlikeye doğru yürüdüğümüz yol gibi." 
Esen kalın, hoşça kalın.

2 Eylül 2018 Pazar

Kitap Önerisi | Kör Baykuş - Sâdık Hidâyet

Kitap Önerisi | Kör Baykuş - Sâdık Hidâyet


Merhabalar.

Modern İran Edebiyatı'nın kurucusu Sâdık Hidâyet'in Kör Baykuş adlı kitabı belki de yazarın en bilinen romanı. Yapı Kredi Yayınları tarafından dilimize çevrilen diğer kitapları ise şunlar: Vejetaryenliğin Yararları (1927), Diri Gömülen (1930), Üç Damla Kan (1932), Alacakaranlık (1933), Hacı Aga (1945), Aylak Köpek (1959), Hayyam'ın Terâneleri (1999) ve Hidayetnâme (2005).

Kör Baykuş’un Yapı Kredi yayınları tarafından yayımlanmış bir adet resimli özel baskısı da var. Çizimler Hemad Javadzade'ye ait. Yapı Kredi Yayınları kendi sitesinde Tadımlık olarak da paylaşmış kitabı, ben de buraya linkini bırakıyorum incelemek isterseniz diye.

Sâdık Hidâyet ile tanışmam Kör Baykuş sayesinde oldu, muhtemelen diğer kitaplarını da sıra geldikçe okuyacağım. Sâdık Hidâyet'in kafası çok başka çünkü. Okuyunca sizin de kafanız bir başka oluyor haliyle.

Kitabın isminin Kör Baykuş oluşu, yazarın yaşadığı dönemde -ve hala günümüzde- bazı insanlar tarafından baykuşların gün içinde kör olduğunun düşünülmesi ile mi ilgili diye düşünmedim değil. Öyle değilse bile mühim değil. İsim çok güzel.

Kitabın nasıl başladığını aktarayım, geriye kalan cümlelerin nasıl bir ahenkle bu ilk paragrafa tutunduğunu siz anlarsınız zaten:
Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunlar söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin.
Kitabı okumaya başladıktan sonra bir yere kadar ne olduğunu anlamadım. Cümleler birbirine girmeye başladı; tekrar tekrar okudum, döndüm bir daha okudum. Nerede olduğumu anlamadım, karakterin nerede olduğunu anlamadım. Çünkü Sâdık Hidâyet rüya ile gerçeği birbirine ustaca karıştırmış bu kitabında. Öyle ki gerçek gelen şeyi bile sorgular halde buluyorsunuz kendinizi. Bu rüya-gerçeklik karışımına bir de bilinç akışı tekniğini eklerseniz tadından yenmeyeceğini tahmin edersiniz muhakkak.

Sâdık Hidâyet karanlık, Kör Baykuş daha bir karanlık. Karakterin afyona olan ilgisi kitabın atmosferine öyle bir sirayet etmiş ki okurken siz de etkileniyorsunuz sanki bu afyondan. O şiirsel anlatışıyla da sürükleniyor gidiyorsunuz son sayfalara doğru. Birden fazla kez okunması gereken kitaplardan, Kör Baykuş.

Herkesin okuyabileceği bir yazar değil, Sâdık Hidâyet. Belki de ilk seferde sevilebilecek bir yazar bile değil. Ama Kör Baykuş sırf o eşsiz cümleleri için bile okunabilir bir kitap. Yazar sizi bir yerden yakalamayı başaracaktır muhakkak.

Puanım 6/10.

Alıntılar:
Onu yitirdim yitireli, aramızda bir taş duvar, ıslak bir set, deliksiz penceresiz, kurşun gibi bir taş duvar yükseldi yükseleli, hayatının ebediyen boş ve kayıp bir hayat olduğunu kavramıştım. Gerçi bakışlarımdaki muhabbeti ve onu görmekten doğan derin hazzı karşılıksız bırakmış, ama bu onun beni görmeyişinden olmuştu. Bense onun gözlerin muhtaçtım, bir bakışı yeterdi; felsefenin bütün müşküllerini, teolojinin bütün muammalarını çözmeme yeterdi. Bir bakışı, diğer rumuz ve sırları alırdı benden, açardı.
Parmak uçlarına basa basa çekilip gidiyordu gece. Sanki yorgunluk çıkarmıştı, kanaatkârdı, bu kadarı yeterdi ona. Uzak, hafif sesler duyuluyordu. Bir göçmen kuş, rüya görüyordu belki, belki bitkiler büyüyordu. Solgun yıldızlar, bulut kümeleri gerisinde kayboluyorlardı. Yüzümde sabahın yumuşak soluğunu hissediyordum ve horoz sesleri yükseldi uzaktan.
Kendimi bütün ruhumla unutmanın uykusuna bırakmak istiyordum. Unutmam mümkün olsaydı, unutmak sürekli olsaydı, gözlerim kapansaydı da azar azar uykunun ötesine, mutlak hiçliğe gömülebilseydim, varlığımı artık hissedemez olacağım noktaya varsaydım, bir mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki, hissedilemezin içinde silinir, yok olurlardı. O zaman dileğime kavuşurdum. 
Esen kalın, hoşça kalın.

26 Ağustos 2018 Pazar

Kitap Önerisi | Kendine Ait Bir Oda - Virginia Woolf

Kitap Önerisi | Kendine Ait Bir Oda - Virginia Woolf


Merhabalar.

Virginia Woolf denince akla gelen ilk kitap sanırım Kendine Ait Bir Oda. Virginia Woolf'un çevrilen diğer kitapları da şunlar: Dışa Yolculuk (1915), Gece ve Gündüz (1919), Kew Bahçeleri (1919), Duvardaki İşaret (1919), Pazartesi ya da Salı (1921), Jacob'un Odası (1922), Mrs. Dalloway (1925), Bir Okur Olarak (1925), Deniz Feneri (1927), Orlando (1928), Dalgalar (1931), Londra Manzaraları (1931),Yıllar (1937), Üç Gine (1938), Perde Arası (1941), Güvenin Ölümü ve Diğer Denemeler (1942), Bir Yazarın Güncesi (1953), Granit ve Gökkuşağı (1958), Yaşlı Kadın ve Papağan (1985). Kimisi Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından, kimisi de İletişim Yayınları tarafından çevrilmiş.

Yazarımız ile ilgili de iki tane film var, bahsetmeden geçmeyeyim istedim. Biri, The Hours (2002). Michael Cunningham'ın aynı adlı kitabından -Saatler- uyarlanmış film. Virginia Woolf'un hayatından ve Mrs. Dalloway adlı kitabından beslenen filmin yönetmeni de Stephen Daldry. Bir diğer film ise Who's Afraid of Virginia Woolf? (1966). Mike Nichols yönetmenliğini yapmış. Oyuncuları da Elizabeth Taylor, Richard Burton, George Segal ve Sandy Dennis.

Sonunda Virginia Woolf ile tanışabildim. Tanışmak için Kendine Ait Bir Oda ideal bir kitap mıydı? Hayır. Başlamayı düşünüyorsanız başka bir kitabını tercih edin derim ben. Bu kitap ile de başlayabilirsiniz tabii bir yerde. Tamamen okuma zevkinize ve dünyanıza bağlı bir şey bu. Kendine Ait Bir Oda, deneme türünde ve Cambridge Üniversitesi'ndeki kız öğrencilere hitaben yaptığı bir konuşma üzerine şekillenmiş bir kitap.

Nereden geliyor bu kitabın ismi? Şuradan:
Bir kadın eğer kurmaca yazacaksa parası ve kendine ait bir odası olmalıdır.
Yazarlıkla ilgileniyorsanız eğer, okumanızı kesinlikle tavsiye ederim. Dili ağır değil ama yer yer koptuğumu hissettim ben okurken. Biraz da bu yüzden başka bir kitabını tercih edin diyorum. Woolf ile tam anlamıyla bir iletişim kuramayabilirsiniz çünkü. Zira ben başka bir kitabını okuduğumda onu daha iyi tanıyacağımı düşünüyorum.

Geçmişten kendi yıllarına değin var olan kadın yazarlara değinmiş bir yerde, Woolf. Neden bir Savaş ve Barış yazamadıklarına... Kadının ve erkeğin yazım diline değinmiş, farklılıklarını anlatmış. Kendine ait bir odası olması gerektiğini savunurken dedim ki: Evet, kesinlikle doğru söylüyor.

Erkeklerin ve kadınların yazar olmaları arasında büyük farklılıklar vardır aslında. Yazarlık biraz disiplinsizliği barındırır bünyesinde, bir yerde dağınık olmanızı gerektirir. Yeri gelir başka hiçbir şey ile ilgilenmeden saatlerce üzerinde çalışmanız lazım gelir. Sorumluluklarınızı bırakmanızı, dünyayı unutmanızı, kendi iç dünyanıza kapanmanızı yani. Cinsiyet bazında yazar farklılığı da buradan geliyor. Bir erkek ile bir kadının sorumluluklarını bırakma durumu taban tabana zıtlık gösterir. İkisinin de işe gitmediğini varsayalım. Bu iki cins de bir aileye sahipse adamın odasına kapanması daha kolaydır, yemek yemek için, dış dünya ile ilgilenmek için yerinden kalkmasına çoğunlukla gerek kalmaz. Ama kadın odasına tam anlamıyla kapanamaz, sorumluluklarını hepten bırakamaz. [Eve para getirme meselesi değil, kastetmek istediğim.]

Feminist bir yazar, Virginia Woolf. Ama ben kendisinin feministliğini oldukça yerinde buldum. Erkeklere lanetler yağdırıp kadınları üste çıkarmaya çalışmıyor kendisi. Diğer türlüsü olsa muhtemelen okuyamazdım.

Woolf'un düşünce yapısını merak ediyorsanız, yazarsanız, kadın-erkek eşitliği ve ilişkisi hakkında düzgün bir şeyler okumak istiyorsanız alın bu kitabı. Yine dediğim gibi ilk tercihiniz bu olmayabilir ama bir şekilde Woolf okuyun. Kıyısından köşesinden de olsa.

Puanım 8/10.

Alıntılar:
'Eğer siz de muhabirin dediği gibi kadın romancıların ancak kendi cinslerinin kısıtlanmalarını cesaretle kabul ederek mükemmellik peşinde koşabileceklerine inanıyorsanız, Jane Austen bu hareketin ne kadar zarafetle yapılabileceğini göstermiştir...' Life and Letters, Ağustos 1928
...Biz onları alışkanlıkla ayrı ayrı değerlendirsek de romanlar birbirlerini izlerler. onu -tanımadığım bu kadını- koşullarına göz attığım bütün o kadınların soyundan gelen biri gibi görüp onların özelliklerinin ve kısıtlamalarının ne kadarını devraldığını görmeliyim. Romanlar çoğunlukla panzehir değil, uyuşturucu etkisi gösterirler, insanın içini dağlayıp harekete geçireceklerine uyuşukluğa sevk ederler,(...)
Meseleyi bundan daha açık kimse ortaya koyamazdı. 'Zavallı şair ne günümüzde ne de son iki yüz yıldır en ufak bir fırsat bulamamıştır... İngiltere'de yoksul bir çocuğun, büyük yapıtların doğduğu o entelektüel özgürlüğe kavuşma umudu, Atinalı bir kölenin oğlununkinden biraz fazladır.' İşte bu. Entelektüel özgürlük maddi şeylere bağlıdır. Şiir de entelektüel özgürlüğe bağlıdır. Kadınlarsa hep yoksul olmuşlardır, sadece iki yüz yıldır değil, dünya kurulalı beri. Kadınlar Atinalı kölelerin çocukları kadar bile entelektüel özgürlüğe sahip olmadılar. O zaman kadınların şiir yazmak için en ufak bir şansları yoktu. İşte bu yüzden paranın ve kendine ait bir odanın önemini vurguladım. 
Esen kalın, hoşça kalın.

21 Ağustos 2018 Salı

Kitap Önerisi | Yakıcı Sır - Stefan Zweig

Kitap Önerisi | Yakıcı Sır - Stefan Zweig


Merhabalar.

Ben böyle ard arda Stefan Zweig önerileri giriyorum ya, nasıl mutluyum anlatamam. Bu yazımın asıl kitabı da Yakıcı Sır, Modern Klasikler Dizisi'nin 61. kitabı.

Kitap kısa bir tatil için Avusturya Alpleri'ne giden bir baronun, kaldığı otelde rastladığı bir kadınla tanışması ile başlıyor. Baron çapkın bir adam ve karşısına çıkan kadından oldukça etkileniyor ve onu elde etmek için her şeyi yapıyor. Bunlardan ilki, çocuğunun, yani Edgar'ın kalbini çalmak. Edgar, bir büyükten ve -belli ki- çok önemli bir adamdan gördüğü ilgi ile kendisini muhteşem hissediyor. Nihayet bir arkadaş bulduğunu düşünüyor ki çok geçmeden bu hayalleri suya düşüyor. Çünkü annesini bir şekilde avucuna alan bu çapkın adam, bir süre sonra kendisi ile ilgilenmeyi bırakıyor. Kitabın devamında da gururu kırılan bu çocuğun düşüncelerini ve eyleme döktüklerini okuyoruz.

Kitabımızın ana kahramanı Edgar aslında ve ben kendisine oldukça sinir oldum, bunu belirtmeliyim. Farkında olmadan annesine yardım ediyor da olsa davranışları ve inatçılığı beni oldukça bunalttı. Çocuklara bakış açımla alakalı da bir şey bu elbette. Ama bu çocuk, her okuyanı -benim kadar olmasa da- bunaltır diye düşünüyorum. Fakat bunda da başarılı olmuş Zweig çünkü çocuğu da olması gerektiği şekilde kaleme dökmüş.

Kadını ve insanı inceleyen Zweig, bu eserinde de bir çocuğu ve bu çocuğun psikolojisini ele almış. Muhteşem bir gözlemci kendisi, buna ek olarak psikolojiye ve Freud'a da bir ilgi duyuyor. Bütün eserlerinde psikolojinin ne denli ön planda olduğunu ve kitabının temelini ne denli sağlamlaştırdığını görebiliyorsunuz. Olay adamından çok psikoloji adamı yani, Zweig.

Zweig seviyorsanız zaten gözünüz kapalı alın. Zweig dünyasına hiç dalmadıysanız da bu kitabından başlayabilirsiniz, hiçbir sıkıntı yok. Yine çok beğenerek okuduğum bir kitap oldu.

Puanım 8/10.

Alıntılar:
"Yalnızca başlangıçtaki vesileye bakmakla yetinirseniz bir sevginin gücünü yanlış değerlendirirsiniz, aslında daha öncesindeki gerilime, ruhun bütün büyük sarsıntılarına zemin hazırlayan, yalnızlığın ve düş kırıklıklarının yarattığı o bomboş karanlığa bakmak gerekir.
Oyunun hakkını veren biri için çekici olan, mücadele etmek, karşındakini o her şeyin farkındayken ele geçirmektir.
Hiçbir şey zekâyı tutkulu bir kuşku kadar bileyemez. Hiçbir şey olgunlaşmamış bir zihnin bütün olanaklarını karanlıkta kaybolan bir iz kadar harekete geçiremez. Bazen çocukları bizim gerçek addettiğimiz dünyadan ayıran sadece incecik bir perdedir ve rastlantısal bir rüzgârla açılıverir. 
Gerçeği ifade ettiğini düşündüğü sözcüklerin sadece geride hiçbir şey kalmadan patlayıp giden renkli balonlar olduğunu gördükten sonra hayatı anlamlandırmakta zorlanıyordu. Fakat bu ne kadar korkunç bir sır olmalıydı ki, yetişkinleri bir çocuğa yalan söyleyecek, bir suçlu gibi kaçıp gidecek kadar ileri gitmeye zorluyordu.  
Esen kalın, hoşça kalın.

31 Temmuz 2018 Salı

Kitap Önerisi | Otomatik Portakal - Anthony Burgess

Kitap Önerisi | Otomatik Portakal - Anthony Burgess


Merhabalar.

Anthony Burgess ile ne kadar geç tanışmışım ben yahu? Utandım şu an kendimden. Siz benim kadar geç tanışmayın kendisiyle. Okuduğum ilk kitabı -doğal olarak- Otomatik Portakal'dı ama birkaç kitabı daha çevrilmiş dilimize, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından. Onlar da şunlar: Doktor Hastalandı (1960), Bir Elin Sesi Var (1961), Mozart ve Deyyuslar (1991). Çevrilmemiş kitapları da var, onlar da yakın zamanda çevrilirler zaten. En kısa zamanda alıp okumayı planlıyorum ben de.

Yönetmenliğini Stanley Kubrick’in yaptığı, 1971 yılında yayımlanmış bir filmi de var, Otomatik Portakal'ın. Malcolm McDowell, Patrick Magee ve Warren Clarke gibi isimler yar alıyor başrollerde. Kendisi aynı zamanda Cinnet (The Shining), 2001: Bir Uzay Destanı (2001: A Space Odyssey), Dr. Garipaşk (Dr. Strangelove), Full Metal Jacket, Lolita, Yapay Zeka gibi sinema dünyasında önemli yer edinmiş filmlere de imza atmış bir yönetmen. Bir göz atmanızı şiddetle öneririm. 

Otomatik Portakal adını bir deyişten alıyormuş: Queer as a clockwork orange. Bu deyiş de "olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi" anlamına geliyormuş. Yazar kitabın içerisinde bir yerde de değiniyor kitabının ismine. O sahne de hoş olmuş bence, kurgu dünyası ile gerçek dünyanın bağlanması açısından.

Anthony Burgess ve hamile eşi altmışlı yıllarda -kitapta geçen türde- bir serseri saldırısına maruz kalmışlar. Genç kadın olay sonrasında bebeğini düşürmüş ve alkolizme yenilerek yaşamını yitirmiş. Kitapta da bir adet yazarımız var ve yazar da buna benzer bir olay yaşıyor. Yazarın üzerinde çalıştığı kitabın ismi de Otomatik Portakal. [Kıps.]

Kitap distopya türünde, her ne kadar bunu öyle çok fazla hissettirmese de. Günümüz distopya romanları gelmesin yani hemen aklınıza, o tarz bir kitap değil, Otomatik Portakal. Distopik bir dünyadan çok distopik ögeler çarpıyor gözünüze.

Ana karakterimiz Alex. Alex kelime anlamıyla Kanunsuzluğu ifade ediyormuş: A (olumsuzluk hali) – lex (Kanun). Çete arkadaşları ile beraber dört kişiler ve olabilecek bütün şiddet yöntemlerine eğilimliler, hırsızlıktan tecavüze kadar. Lise öğrencisi Alex; gündüz okula gidiyor, gece sokaklarda çetesi ile beraber deyim yerindeyse dehşet saçıyor. Ta ki bir olaya kadar... Olaydan sonra Alex yakalanıyor ve hapishaneye götürülüyor. Bir süre orada kaldıktan sonra yeni keşfedilmiş bir tedavi yöntemini kabul ediyor ve hapishaneden çıkarılarak hastaneye götürülüyor. Kitap burada ikiye ayrılıyor; hastaneden öncesi ve hastaneden sonrası olarak. Bu yeni yöntem ise Pavlov'un Köpeği Deneyi'ni temel alıyor ancak bu defa deney bir köpeğe değil, insana uygulanıyor. [Deneyimsel tiksinti tekniği, diye de geçiyor.]

Kitabı okurken yer yer Bu ne ya, dikizlemek ne demek? falan diyebilirsiniz. Sürekli tekrar edilen ve günlük hayatta kullanmadığımız bazı kelimeler var. Bu çevirmenden kaynaklanmıyor elbette, sorumlumuz tamamen Burgess Bey. Çete, kendi aralarında ürettikleri Rusça kökenli ‘Nadsat’ dilini konuşuyor. Kasıtlı olarak yapılmış bir şey yani.

Yazar aslında şiddet eylemlerinin normalleştirilmesini eleştiriyor kitabında. Şiddet ögesinin bu denli ön planda olması, desteklediği ve normalleştirmeye çalıştığı anlamına gelmiyor kesinlikle. Kara mizah zaten had safhada. Çok yalın bir kitap, neyi anlatmak istiyorsa dosdoğru anlatmış. Bu tarz ögelerden rahatsız falan oluyorsanız eğer, ey kardeşlerim, kitabı bir kenara bırakmanızı tavsiye ederim. [Alex'in sürekli 'kardeşlerim' demesi benim nedense çok hoşuma gitti.]

Ve en önemlisi kitap bir klasik olduğundan mütevellit size şunu sorgulatıyor: İyi mi, kötü mü? İyi bir insan olmamız mı gerekiyor, kötü insanlar tamamen temizlenmeli mi şu dünyadan? İyi olduğu müddetçe her şey tamam mıdır? Bu sorulara normal bir zamanda kesin cevap verebilenler olacaktır lakin kitabı okuduktan sonra şüpheye düşeceğiniz konusunda size garanti verebilirim. Kötüyü desteklemiyorsunuz ama iyileri de savunmuyorsunuz. Bunu sorgulanabilecek en güzel yolla sorgulamanızı sağlamış, Burgess.

Bazı sahneleri rahatsız edebilecek olsa da okumanızı tavsiye ediyorum ben. Çok başka bir bakış açısıyla yazılmış, çok başka bir eser. Ben geç okuduğum için pişman oldum, siz olmayın diye söylüyorum. Okumaya da bilirsiniz tabii, benim ne haddime. Laf olmaktan öte değil benim söylediklerim. Dikkate almak takdirinize kalmış.

Puanım 10/10.

Alıntılar, kardeşlerim:
"Koltuk altında kitaplar taşıdığını görüyorum kardeşim. Bugünlerde hâlâ kitap okuyan birine rastlamak gerçekten nadide bir zevk kardeşim."
Şey, ertesi sabah bizim Staja'ya veda etmek zorunda kaldım ve biraz üzüldüm, insan alıştığı bir yerden ayrılmak zorunda kalınca hep öyle olur zaten. 
Belki de mesele bu, diye düşünüp duruyordum. Belki de yaşadığım hayat için fazla yaşlanmıştım kardeşlerim. Artık on sekizindeydim, yeni bitirmiştim. On sekiz genç yaş değildi.
Evet evet evet, işte buydu. Gençlik bitmeliydi, ah evet. Ama gençlik, hayvanmış gibi olmaktır zaten sadece. Hayır, sadece hayvanmış gibi olmak değil de hani şu sokaklarda satıldığını dikizlediğiniz minik oyuncaklardan biri olmak gibidir, teneke ve içi zemberekli ve üstünde kurma kolu olan ve gırr gırr gırr diye kurunca gitmeye başlayan, yürüyen filan minik heriflerden biri olmak gibidir, ey kardeşlerim. Ama dosdoğru gider, bir şeylere çarpar bam bam ve yaptıklarını, elinde olmadan yapar. Genç olmak, bu minik makinelerden biri olmak gibidir.
Hadi, esen kalın, hoşça kalın.

24 Temmuz 2018 Salı

Kitap Önerisi | Korku - Stefan Zweig

Kitap Önerisi | Korku - Stefan Zweig


Merhabalar.

Stefan Zweig'ı ve eserlerini ne kadar sevdiğimden her yazımda tekrar tekrar bahsetmeyeceğim. Kitapları hakkında bilgi vermeye kalksam bu yazı bitmez. Bu sebepten direkt olarak asıl kitabımıza, Korku'ya geçiyorum.

Öncelikle yönetmenliğini Roberto Rossellini’nin yaptığı, 1954 yılında yayımlanmış bir filmi var, Korku'nun. Ingrid Bergman ve Mathias Wieman başrollerini paylaşıyor.

Kitap, sakin bir yaşam süren, evliliğinin durağanlığından sıkılmış ana karakterimiz Bayan Irene'nin hikayesini anlatıyor. Bayan Irene sıkıntılarla boğuşurken bir piyaniste rastlıyor ve genç adamın coşkusunda ve tutkusunda tekrar hayat bulduğunu hissediyor. Gizli bir ilişki içerisine giriyorlar lakin bir süre sonra, piyanistin evinden ayrılırken apartman girişinde piyanistin eski sevgilisine rastlıyor. Kadının kendisine şantaj yapmaya başlaması ile de hayatı, dipsiz bir korkunun içerisine doğru süratle düşmeye başlıyor.

Zweig'ın insan ve özellikle de kadın psikolojisini bu denli iyi çözümlemiş olmasının beni ne denli etkilediğinden bir önceki yazımda da bahsetmiştim zaten. Gerçekten kadın psikolojisini, davranışlarını, o karmaşık yapısını oldukça iyi çözümlemiş yegane yazarlardan kendisi. Okurken Hayatındaki kadınlara yaklaşımı nasıldı acaba? diye düşünmeden edemedim. [Belki de sadece yazarken böyleydi, bilmiyorum.]

Kitap boyunca bu korku nedeniyle kadının yaptıklarını, düşündüklerini ve yaşadıklarını okuyorsunuz. Korku zihnini yiyip bitirirken geceleri uyuyamaz hale geliyor, Bayan Irene. Okurken bir an bile Ama bu kadına da yazık, falan demedim. Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat kitabında olduğu gibi ahlak kavramlarımı da sorgulamadım. Yaptığı yanlıştı, diyerek kesin bir kanı ile kitabı basitleştirmek istemiyorum. Sadece yaşadığı korkuyu okurken Acaba? diye düşünmediğimi belirtmek istiyorum.

Kitap bitince de oldukça büyük bir şaşkınlığa uğradım. Zweig kitaplarının sonları genelde belli bir tatta olur ve ben yine o tatta biteceğini düşünüyordum. Aksine çok başka bir şekilde bitti. Sevmedim mi? Hayır. Ama biraz hayal kırıklığına uğradım sanırım. Aklımdaki şekilde bitseydi beklenen son olacaktı lakin Zweig beklenmeyeni yazmak istemiş. Güzel de yapmış.

Puanım 9/10.

Alıntılar:
Şimdiye kadar hep, varlıklı çevrelerin şen insanları arasında, hareketli bir sosyal ortam içinde, aslında sadece kendisi için yaşamıştı; fakat şimdi, kendi evinde hapis kaldığı şu bir haftadan beri onlardan uzak durmakta zorlanmıyordu, aksine bu avare insanların boş eğlencelerinden tiksinmeye başlamıştı ve ilk kez hissettiği bu güçlü duyguları ister istemez daha önceki eğilimlerinin yüzeyselliğiyle karşılaştırıyordu. Kendi geçmişine bir uçuruma bakar gibi bakıyordu.
...Bir anda yaşamın tüm zenginliğini hissetmeye başlamıştı ve artık yaşamında tek bir saati bile anlamsız geçirmeyeceğini biliyordu. Şimdi her şeyin sonuna yaklaştığı sırada ilk kez bir başlangıç hissediyordu. Tüm yeryüzüyle kaynaşmış olmanın muhteşemliğini bu sefil kadının kaba yumrukları mı bozacaktı? İlk kez dahil olma yeterliliğini hissettiği bu yücelik ve güzellik tek bir hata yüzünden darmadağın mı olacaktı?
"...Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir. Kızımız da cezası kesinleşir kesinleşmez hafifledi. Ağlaması seni şaşırtmamalı, bu sadece bir boşalmaydı, önceden baskı altında içinde duruyordu.İçte tutulan gözyaşları akıtılanlardan daha acıtıcıdır." 
Esen kalın, hoşça kalın.