Film Önerisi | VOL-İ (WALL-E)

24 Aralık 2021 Cuma

Seri Yorumu | Hava Uyanıyor / Ateş Düşüyor / Toprağın Sonu / Suyun Gazabı / Kristal Taç - Elise Kova (Air Awakens Serisi)

Seri Yorumu | Hava Uyanıyor / Ateş Düşüyor / Toprağın Sonu / Suyun Gazabı / Kristal Taç - Elise Kova (Air Awakens Serisi)

Merhabalar.

Bu serinin ilk kitabını 2017'nin Nisan ayında almışım ve kitaplığın tozlu raflarında unutmuş, bir daha da yüzüne bakmamışım. "Şu eski kitapları artık bir okuyayım," dedim de elime aldım Hava Uyanıyor'u. Avatar dünyasına pek hakim değilim, televizyonda animasyonunun birkaç bölümüne denk gelmişimdir o kadar. Bu seri de zannediyorum o dünyadan temel alarak yeni bir evren ve karakterler oluşturmuş kendine zira Avatar evreni ile pek alakası yok serinin. Neyse, Hava Uyanıyor'u aldım, okudum ve çok hoşuma gitti. Gittim hemen serinin geri kalan 4 kitabını da sipariş verdim. 

Ve sonra her şey mahvoldu.

2. kitabı okurken yavaş yavaş canımı sıkan bazı noktalara denk gelmeye başladım -ilk kitap daha giriş kitabı olduğundan ve daha edilgen geçtiğinden pek fark etmemişim sanırım- ve bu durum 3. ve 4. kitapta da devam etti. 4. kitabı bir şekilde kendimi zorlayarak okudum bu yorumu yazacağım diye -tamamen bitirmemişken yorum yazmak istemedim- lakin 5'i okuyamadım. Gerçekten çok uğraştım ama olmadı. Dayanamadım çünkü.

Şimdi.

Serimizin ana karakteri Vhalla 17 yaşında, Solaris İmparatorluğu'nun himayesinde kütüphanede çalışan bir kütüphaneci çırağı. İlk kitabın açılışında prenslerden birinin yaralanmış bir şekilde döndüğünü haber alıyor bütün krallık ve kütüphanedeki çalışanların hepsi var güçleriyle bir büyü arayışına giriyorlar. (Bu evrenin içinde Sıradanlar ve Büyücüler var, öncelikle ona değineyim. Büyücüler de dörde ayrılıyor: Alevtaşıyıcılar, Rüzgargüdücüler, Yerkırıcılar ve Suakıtıcılar.) Ve Vhalla araştırma yapıp bilgiler toplarken fark etmeden büyü yaparak -yazdığı kağıtlarda büyü izine rastlıyorlar daha sonra- prensi iyileştiriyor. Ardından Büyücülük Bakanı Victor tarafından çağrılan Vhalla kendisinin bir büyücü olduğunu, dahası yüzyıldır gelmemiş olan Rüzgargüdücülerden biri olduğunu öğreniyor. Ve ilk kitap bunu öğrenmesini ama bir türlü kabullenememesini, kurtardığı Prens Aldrik'ten gelen mektuplarla durumu daha detaylı kavramasını, kabullendikten sonra yarım yamalak bir eğitim sürecini, Uyanış'ını ve beraberinde gelişen olayları anlatıyor. Dediğim gibi ilk kitap güzeldi.

Ancak.

2. ve 3. kitapta Vhalla canımı sıkmaya başladı, aldığı kararlarla ve davranışlarıyla. O olgunlaşma sürecini göstermeye çalışmış yazar, anlıyorum -çünkü 4. kitapta biraz daha karakteri oturmuş bir Vhalla vardı- ama yine de toparlanamadı karakter benim gözümde. Hoş, bu sadece Vhalla için geçerli bir durum değil, bütün karakterler havada kalmış gibiydi. İmparator desen İmparator gibi değil, çoğu yerde çocuk gibi içgüdüleri ile hareket eden bir İmparator vardı seri boyunca. Bunca sene bu şekilde nasıl yönetmiş İmparatorluğu, anlamadım. Baya sadık bir halkı vardı demek ki.

Karakterlere tek tek değinmektense yazarın karakter yazış tarzına değinsem daha iyi olacak. Her birine arka plan oluşturmaya, daha gerçekçi bir hale gelmelerini sağlamaya çalışmış ama hiçbirinin ayağı yere sağlam basmıyor.

En önemlisi ama en önemlisi, her şey paragraflarca açıklanıyor. Biri bir şey söylüyor hemen ardından Vhalla o sözün ne amaçla söylendiğini açıklıyor. Karakter geçmişi ve karakter özelliği böylece her karakter için 10 defa açıklanmış oluyor. Her şey salağa anlatılır gibi anlatılıyor yani. Fazla paragrafları atsalar ve gereksiz uzun sahneleri kısaltsalar koca seri en fazla 3 kitapta bitermiş, iyi de olurmuş. Hemen bu bahsettiğim şey için bir iki örnek vereyim:

"Dediğim gibi yanlış ellere geçmesini önlemek istiyoruz. Bunun ötesinde, onu elinde tutan kişiyi neredeyse yenilmez yapar." Bakan bu kadarla bıraktı ama Vhalla ona anlatmak istediği şeyi anlayabilecek kadar zekiydi. Eğer bu silahı elinde tutan kişi neredeyse yenilmezse o zaman onu bulmayı başarmak Kuzey'den sağ salim dönmesini sağlayabilirdi. "Bu konuda bana yardım eder misin Vhalla?" Vhalla son bir kez daha duraksadı. Bakanın buz mavisi gözlerine, ilk tanıştıklarında onu kaçıran adamın gözlerine baktı. Bu gözler aynı zamanda ona kol kanat geren, onu iyileştiren ve tüm dünya kendisini parçalamaya hazırken koruyan kişiye aitti. Kule gizemli bir yerdi ama karşısındaki kişinin içtenliğini fark edebiliyordu.

Aldrik ufka fırtına bulutlarını aramak için mi bakıyordu? Karanlıkta yol alıp alamayacaklarını görmek için mi o kadar erken kalkmıştı? Vhalla hem şaşırdı hem meraklandı. Aldrik'in üzerine çöken keder konusundaki içtenliğine dair en ufak bir şüphesi yoktu. Ama prensi yine de dikkatini toplayabilmişti. Nihayetinde, doğası ve yetiştirilme tarzı kederine üstün gelmişti.

Benim için karakterler, genelde kitabın dünyasından daha önce gelir. Karakter anlaşılabilir ve makul değilse bütün eser çöp oluyor gözümde, çünkü okuyamıyorum / izleyemiyorum. Bu seride de Vhalla maalesef ki okumak istediğim bir karakter olmadı. Sürekli mızmızlanan, her şeyi ama her şeyi kendi hatası olarak gören -bazen kendisi ile alakası olmayan durumları bile kendine bağladı çünkü- çoğu yerde çevresindeki insanların ona olan inancı sayesinde bir şeyler başarabilen biriydi. İlerleyen kitaplarda kendi ayakları üzerinde duruyor gibi oldu ancak o zaman bile eğreti bir şeyler vardı üzerinde. Bilmiyorum.

Neyse, sözün özü güzel başlayan, öyle böyle devam eden, finalini bıkkınlıktan getiremediğim bir seri oldu Hava Uyanıyor serisi. Gönül isterdi keyifle okuyayım ama cık. Vhalla çok yordun beni, gerçekten. Belki de yaşım geçmiştir artık bu tarz şeyler için. Benim takıldığım şeylere takılmıyorsanız, bol bol vaktiniz varsa, sayfaların arasından buram buram romantiklik akan -ilişkileri de bunalttı beni, höf- bir seri okumak istiyorsanız buyurun, bir şans verin.

Esen kalın, hoşça kalın efendim.

20 Kasım 2021 Cumartesi

Kitap Yorumu | Dune - Frank Herbert (Dune, #1)

Kitap Yorumu | Dune - Frank Herbert (Dune, #1)


Nereden başlasam bilemiyorum.

Dune'un adını duyalı ve alıp kitaplığıma koyalı uzun zaman olmuştu ancak hiç okuma dürtüsü hissetmemiştim, önceliğimde başka kitaplar vardı. Ta ki şimdiye kadar. Ne zaman ki filmi vizyona girdi, artık ertelemenin bir anlamı kalmadı. Sinemada izlemek istiyordum çünkü bu filmi. [O da ayrı bir fiyasko oldu çünkü projektörlerin ışığını kısmaya başlamışlar sanırım. Hiçbir şey göremedik filmde.]

Ve böylece Dune'u okuma maceram başlamış oldu.

Maceram diyorum çünkü 707 sayfa. İki hafta falan sürdü bitirmem. Kitabın dili çok sadeydi, bundan sebep bu kadar kalın bir kitap olmasına rağmen okumaya devam edebildim. Çok çabuk sıkılan ben için bu büyük bir şey.

Dune, aynı adlı serinin ilk kitabı. Seri 6 kitaptan oluşuyor. İlk kitap 1965 yılında yayımlanmış, 6. kitap ise 1985 yılında. Frank Herbert'ın başka kitapları da var tabii ancak en bilinen serisi Dune.

Şimdi kitaba gelelim: 101. yy'da [Doğru hesapladıysam eğer... 10.000 yıllarında falan geçiyor işte.] insanlığın düşünen makinelere, bilgisayarlara ve bilinçli robotlara karşı başlattığı savaş olan Butleryan Cihadı'ndan sonra, galaksileri aştığı ve yeni gezegenlerde yaşamaya başladığı zamanlar. Padişah İmparator'un Dune adıyla da bilinen ve bir çöl gezegeni olan Arrakis'te yönetimi, Harkonnen Hanedanı'ndan alıp Atreides Hanedanı'na devretmesiyle hikaye başlıyor. Gezegen "baharat" adı verilen uyuşturucu bir maddenin çıkarıldığı tek gezegen. Ve bu baharat geleceği görme gücü sağlıyor. [Görebilene tabii.] Bu sebepten önemli bir gezegen. Ancak İmparator'un bu gezegene gönderdiği Atreides Hanedanı aslında bilmese de kendisi için tehlikeli bir hanedan çünkü bu hanedanı yöneten Dük Leto'nun oğlu Paul Atreides.

Kim peki bu şahıs? Bene Gesserit adı verilen, temelde sadece kız öğrenciler için kurulmuş, zihinsel ve fiziksel eğitim veren bir okul var ve bu okulun yüzyıllardır süren tek gayesi şu: Seçici döllenme programları ile "Kuisatz Haderah" diye adlandırdıkları kişiyi meydana getirmek. [Kuisatz Haderah: Aynı anda birden fazla yerde bulunan kişi.] Yani yüksek boyutları kavrayabilmesini ve kullanabilmesini sağlayacak zihinsel güçlere sahip bir insan (erkek) üretmenin peşindeler. Paul Atreides işte bu şahıs.

Hem yıllardır beklenen kurtarıcı hem de yapılan tüm planların düğüm olduğu yegane insan.

Koca bir evrenden bahsediyoruz. Yazar öyle ince işlemiş ki bu evreni kendine has aurasıyla insanı ister istemez içine çekiyor. İşin içine bir de politika, din, sosyoloji gibi bazı konularda atılan sağlam adımlar da girince bu dünyanın içinden çıkamaz hale geliyor insan.

En azından bana olan bu.

Ancak kitabın bazı noktaları vardı ki öyle olmasa daha mı iyi olurdu sanki dedirtti bana. Hoş, sonra onu da kabullendim, rahatsız edici bir şey olmaktan çıktı benim için. [Alışkanlık ne acayip şey değil mi?] Karakterlerin iç konuşmalarına/düşüncelerine fazla yer veriliyor. İlk başta bu konuşmalar kötü bir adım atacak karakterin bile insan gibi gözükmesini sağlarken sonraları kör göze parmak gelmeye başladı. Zaten anladığım şeyleri bir de karakterlerin iç dünyasında Hmm, kesin böyle düşünüyor olmalı, diye tekrar okumak bir noktadan sonra canımı sıkmaya başladı.

Bu önemli bir eksiklik değil ancak dikkatimi çekti: Kitapta duygu namına da pek bir şey yoktu. Birileri ölüyor boyuna ama pek üzülen ya da etkilenen de yok gibi. O yaşam tarzında ve öyle bir dünyada bu durumlar zaten normal karşılanıyor olabilir ancak ben yine de iki üç parça -gerçek anlamda- duygulara dair bir şey görmek istedim. Zira karakterlerden hiçbirine yakınlık kuramadım bu sebepten, çoğu fazla düzdü. Bilemiyorum, belki de 101. yy'a geldiğimizde yavaş yavaş robota dönüşmüş olacağız.

Dinsel anlamda da inanılmaz bir altyapısı vardı kitabın ancak benim şuncacık bilgim o açıdan yorumlamaya yetmiyor. Yeni bir din, yeni bir dil, yeni bir kültür oluşmuş aradan geçen yüzyıllar içinde ve o kadar uzak bir yüzyıl ki bu okuyucu olarak ben hiçbir şeyi garipsemedim. Dönüşen her şey hali hazırda dönüşmüş olan şeylerin yöntemleriyle dönüşmüş, din de, dil de, insanlık da.

Filmine de gittim bu arada ve beğendim. Görsel olarak oldukça iyi tasarlamışlar her şeyi, sahneleri de olabildiğince koymaya çalışmışlar. Kitap çok kalın tabii, yarısı falan vardı bu filmde; ikinci bölümü de geliyormuş sanırım. Filmi, kitaba göre daha iyiydi zannımca, karakterler ve duyguları açısından en azından her şey bir tık daha oturmuştu. 

Sözün özü, güzel bir evrene sahipti Dune. O kadar fazla kural, karakter, terim var ki kitaba başlarken bir müddet ne okuduğumu anlayamadım. Ki bir bu kadar daha olduğunu düşünüyorum, zira birçok şeyin adı geçiyor sadece kitapta, akıbetlerini okumuyoruz. Dune evrenine giriş kitabı bile diyebiliriz bu koca kitap için. Karakterlerle beraber ben de bu gezegenin kurallarına uyum sağladım. Devam kitaplarını okur muyum emin değilim ama. Şimdilik bu kadarı bana yeterli gibi geldi. Belki 2. kitabı çıkmadan evvel okurum yine. Ya da hiç okumadan devam ederim seriyi izlemeye.

Alıntılar:

"Şunu hafızana kazı evlat: Dünya dört şeyin üzerinde durur... Bilgelerin ilmi, yücelerin adaleti, haklıların duası ve yiğitlerin cesareti. Ama hükmetme sanatını bilen bir hükümdar olmadan... Bunlar hiçbir işe yaramaz. Bunu bağlı olacağın ilim haline getir!"

"...Hayatının sırrının çözülecek bir problem değil, tecrübe edilecek bir gerçeklik olduğunu söyledi. Ben de Mentatlığın İlk Yasası'nı söyledim: 'Bir süreç onu durdurarak anlaşılamaz. İdrak sürecin akışıyla birlikte gerçekleşmeli, ona katılmalı ve onunla birlikte akmalıdır.'"

"...Arzulanan bir şeyin yakında olması, insanı aşırı haz düşkünlüğüne iter."

Bir insanın yaşayabileceği en korkunç aydınlanma anı, babasının da insan olduğunu, etiyle kemiğiyle insan olduğunu keşfettiği andır.

Durmak, diye düşündü. Dinlenmek... gerçekten dinlenmek. Mutluluğun durabilmek, bir anlığına da olsa durabilmek olduğunu fark etti. Durmanın mümkün olmadığı yerde mutluluk da olmazdı.

"İhtiyacın olan şeyleri, gelecek nesilleri düşünmeden, sonsuza dek çalmayı sürdüremezsin. Bir gezegenin fiziksel nitelikleri, ekonomik ve siyasi hayatına yansır."

"Din ile siyaset aynı arabada gittiğinde, sürücüler karşılarında hiçbir şeyin duramayacağını sanır. Dümdüz gider, hızlandıkça hızlanırlar. Engelleri tamamen göz ardı eder, körlemesine gidenlerin uçurumu çok geç fark edeceğini unuturlar." 

Esen kalın, hoşça kalın

Giriş görsel: Fred Vignaux, éditions l'Atalante

20 Şubat 2021 Cumartesi

Kitap Yorumu | Empati - Adam Fawer

Kitap Yorumu | Empati - Adam Fawer

Merhabalar.

Yazarın ilk kitabı Olasılıksız'ın yorumuna şuradan ulaşabilirsiniz. Olasılıksız'ı okuduktan hemen sonra da Empati'yi okumak istedim ki yazarın yazım tarzını daha iyi kavrayabileyim. Bu ne kadar iyi bir karardı, bilemiyorum çünkü Empati'yi okurken bunaldığımı hissettim. Bunda kitabın yaklaşık 700 sayfa olmasının da etkisi büyük.

Adam Fawer'ı daha evvel okumadıysanız ve bu kitabına denk geldiyseniz açıkçası bununla başlamanızı önermem. Çok kalın bir kitap ve Fawer'ın yazım tarzına alışık değilseniz biraz boğucu gelebilir. Ben Olasılıksız'ı okuduğum halde bunaldım, öyle söyleyeyim.

Şimdi, kitabın konusundan bahsetmek istiyorum biraz ancak nereden başlayacağımı bilemiyorum. Kitap, 3 koca bölümden oluşuyor: 1. Bölüm Elijah ve Winter, 2. Bölüm Laszlo ile Darian, 3. Bölüm Valentinus. Bu isimler kitaptaki ana karakterlerin isimleri. 1. Bölüm günümüzde geçiyor ve adından da anlaşılacağı üzere Elijah ve Winter adlı karakterleri konu alıyor. Elijah, Yüz Hareketleri Kodlama Sistemi'nde eğitim almış, sineztezisi olan bir analist. Aynı zamanda enoklofob ve hafefob. Film stüdyolarına ve televizyon şirketlerine danışmanlık yapıyor. Winter ise New York Filarmoni Orkestrası ile beraber konçerto sahneleyen bir kemancı.

Laszlo ve Darian adlı diğer iki karakterimiz, normal hayatlarını yaşamaya devam eden bu iki gence ulaşmaya çalışıyor. Ulaşmak istemelerinin sebebi ne? Valentinus'u durdurmak. Ya da onunla savaşmak, gerekirse öldürmek. Laszlo bunu istiyor ve gerçekleştirmek için de Darian'ın, Elijah'ın ve Winter'ın yardımına ihtiyacı var. Darian ile birlikte Elijah ve Winter'a ulaşmalarının ve boyunlarında asılı duran metal kolyeyi almalarının ardından da olaylar başlıyor. Evet, kolye. Haç kolye.

Olaylar bu şekilde başlıyor ancak zaman aralığı çok geniş. Günümüzde başlayan olayların ardından 2. Bölüm'de tamamen geçmişe gidip nedenleri ve yaşananları öğreniyor, ardından 3. Bölüm'de günümüze dönüp kaldığımız yerden devam ediyoruz. Yargı Gecesi'ne kadar.

Fawer, Olasılıksız'da matematikten metafiziğe kadar birçok konuya değinmiş, bunlardan ve ucu açık kalmış bir sorudan yola çıkarak bir kurgu oluşturmuştu. Aynı şeyi Empati'de de yapmış. Bu defa değindiği nokta ise sinestezik kişiler ve gnostizm. Çıkış noktası nedense gnoztizm'in ilkelerinden ikincisiymiş gibi geliyor bana: "Hakiki bilgiler, yani hakikate ait ya da hakikate yakın bilgiler ancak ruhsal ve psişik gelişim yoluyla edinilebilir. Buradaki "psişik" kelimesini görmüş ve "Aha!" demiş sanırım. "Eureka!" da demiş olabilir, bilmiyorum.

Şimdi küçük bir spoiler vereceğim, bahsetmek istediğim bir nokta var çünkü (Sonraki paragrafa geçiniz). Gnostizm ile kafayı bozmuş ve saçma sapan bir yolla Katolik kilisesini ortadan kaldırmaya çalışan Valentinus. Ey, Valentinus! Ben mi çok basit düşünüyorum, sen mi, bilmiyorum ama Papa'yı ve 108 Katolik kardinalini aynı anda öldürerek nasıl kiliseyi ortadan kaldırmayı planlıyorsun acaba? İnsanlarda bir şok ve boşluk yahut kafa karışıklığı yaratır bu muhakkak ancak... kilise yahut Katoliklik neden ortadan kalksın? Yüzyıllardır bu müesseseyi ayakta tutan 109 insan değil ki? Belki de yazar okuyan kitlenin aklına en yatmayacak mantıksız yöntemi seçmiştir. Kitaptan etkilenip saçma sapan bir şey yapan olmasın diye. Bilmiyorum.

Yine bilim, felsefe, din, bazı yaşanmış olaylar ve bazı komplo teorileri... Olasılıksız'da yaptığı o "araya bilgi yerleştirme" paragraflarından bu kitapta da bolca var. Niyeyse daha eğreti durmuş gibi geldi bana. Bu sefer karakterler ve olaylarla çok uyuşmamış gibi, Olasılıksız'da daha tutarlı duruyordu yine. Arada Sophie'nin Dünyası'nı okuyor gibi hissettim. Arkada bir hikaye dönüyor ama karakterler bazen durup bilgi moduna geçiyor. Bu kitapta fazla geldi bana bütün o paragraflar.

O kadar fazla şey var ki kitapta, hepsine değinirsem bitmeyecek bu yazı. Sözün özü, okudum, bitirdim. Kötü değildi ama bilmiyorum. Duygularım karışık bu kitaba ve yazara dair. Ülkemizde başka hiçbir yerde olmadığı kadar yüksek satış değerlerine ulaşmış. Biraz fazla mı coştuk acaba diye düşünmedim de değil.

Birkaç alıntı:

"Evet," diye yanıtladı Zinser gülümseyerek. "Müzik daha çok özne kutbuna yakındır; kendi ortamıyla sınırlı değildir çünkü tümüyle soyuttur. Schopenhauer, müziğin yapısının doğal dünyayı kopyaladığına inanır: Bas sesler cansız maddeleri, armoniler hayvanlar dünyasını, melodiler ise insan dünyasını betimler. Müzik, özde evrensel İrade'nin kopyasıdır. Müziğin öteki sanat türlerinden farkı, kendi kendini içermesidir. Başka şeylerin aksine, soyut duyguları barındırır; böylece dinleyicinin yaşamın duygusal özünü acı çekmeden algılamasına izin vererek zihni estetik bilince uyandırır."

..."Bu 'algı perdesi' ya da 'peçesi' olarak bilinir ve anlamı şudur: Hepimiz dünyayı gerçekte olduğu gibi değil, kendi önyargılı algılarımız vasıtasıyla gözlemleriz. Dolayısıyla, gerçekten bilebileceğiniz tek şey kendinizsinizdir." 

Esen kalın, hoşça kalın.

P.S. Charlie'ye ne oldu ya? 2. Bölüm'ün sonunda bahsedildi, sonrası yok. Ben mi bir şeyler kaçırdım?

6 Şubat 2021 Cumartesi

Kitap Yorumu | Olasılıksız - Adam Fawer

Kitap Yorumu | Olasılıksız - Adam Fawer

Merhabalar.

Bir dönemin elden düşmeyen kitabı Olasılıksız'ı bunca yıldır okumamayı nasıl başardım, bilmiyorum açıkçası. Ancak günün sonunda işte buradayız. Yıllardır bildiğim ancak okumak adına herhangi bir çaba sarf etmediğim bir kitaptı kendisi. Sonrasında ne oldu da aldım hatırlamıyorum; indirimde falan yakaladım muhtemelen.

Neyse, asıl konumuza gelelim.

Olasılıksız, Adam Fawer'ın ilk romanı. 2005 yılında orijinal dilinde yayımlanmış, 2006 yılında da dilimize çevrilmiş. 2006 International Thriller Writers Award'da "En İyi Çıkış Romanı" ödülünü kazanmış. Yazarın sonrasında da pek kitabı yok. İkinci kitabı Empati 2008 yılında, üçüncü kitabı OZ da 2016 yılında yayımlanmış.

Şimdi, dıştan içe doğru gidersek kapağı beğendim ben. Siyah beyaz olması ayrı hoşuma gitti. Orijinal kapağın tasarımı 3 boyutluymuş, zamanında baya övgü toplamış bu nedenden ötürü. Kapakta olasılığı düşük durumları anlatan görseller kullanmışlar: Düşeş (İki zarda aynı anda görülen 6 sayısı), Floş Royal (Pokerdeki en iyi kağıt kombinasyonu: 10, J, Q, K, A), çalışma prensibi tamamen olasılıksız bir saat... Bu ögeler kitabın içinde de var elbette, onlar referans alarak kullanılmış.

Kitap neyi anlatıyor peki? Ana karakterimiz David Caine'in, Chernobyl Rus lokantasının mahzeninde kumar oynayışı ile başlıyor, hikaye. Kendisi bir kumarbaz ancak olasılık hesapları yapan ve buna göre oynayan bir kumarbaz. Beyni olasılıkları çok kısa sürede hesaplıyor, böyle bir yeteneği var. Kendisi biraz kötü hissediyor yalnız, garip bir koku geliyor burnuna bir yerlerden. Sanki çürümüş et ve yumurta, idrarla karışmış gibi... Koku öyle yoğun ki dikkatini verip oynayamıyor bile. Oyunun finaline doğru, yaptığı hesaba göre kazanmasının oldukça yüksek bir olasılık olduğunu fark edip parayı artırıyor ve güm! Kaybediyor. Hemen ardından da bayılıyor. Yenildiği için değil yalnız, kokudan...

Kitapta birçok karakter var ve bunların bazılarının yolları hali hazırda kesişmiş, bazılarının da sonradan kesişiyor. David bayıldıktan sonra kendisini hastanede buluyor ve yanında uzun zamandır görüşmediği ikizi Jasper var. Jasper bir şizofren, görüşmemelerinin sebebi de bu; görüşmedikleri dönem Jasper'ın tedavi olduğu hastenede kaldığı dönem. David'in başında, bayılmasının nedeni dışında başka bir bela daha var: Coşup artırdığı o bahis miktarını karşı tarafa ödemesi gerekiyor. İkinci karakterimiz Nava, çift taraflı bir ajan kendisi. Parayı verene gizli bilgi satıyor. Ve son işi çok yolunda gitmediğinden onun da başı belada: Kısa sürede yeni bir sır çalması gerekiyor. Bir diğer karakter Dr. Tversky... Kendisi bazı sorularla ve deneylerele kafayı bozmuş, asistanı üzerinde de bu deneyleri yapıyor. Onun da başı sonradan belaya giriyor: Yeni denek bulmak zorunda. Bu üç karakterin -ve daha birçoğunun- yolları kitabın ilerleyen sayfalarında kesişiyor. 

Bilim, özel ajanlar, matematik, fizik, biyoloji, epilepsi, kumar... Maşallah Fawer bunların hepsini alıp harmanlamış ve ortaya da güzel bir kurgu çıkarmış. Yazarın asıl çıkış noktası epilepsi ve epilepsi nöbetlerinin nedeninin tam olarak bilinemiyor olması... Bu tarz bir kurgunun içine bolca matematik ve fizik de girince şahsen ben keyifle okudum. Olasılık, zaman, kuantum fiziği, istatistik, metafizik, matematik... Bunlar pek ilgi alanınıza girmiyorsa kitabın bazı noktalarında sıkılabilirsiniz zira bu konular üzerine uzun uzun diyaloglar dönüyor. (Olasılık da matematikte en sevmediğim konu bu arada, höf.)

Tabii ki bir teori üzerine kurulu bu kitap çünkü neden olmasın? (Bir şey de diyemiyorum, bilginiz olmasın diye.) Bazı noktalar fazla cilalı gelse de aktı gitti kitap. Fawer oldukça yalın bir dille anlatmış her şeyi. İlla ki okuyun diyebilir miyim, bilmiyorum ancak bir şans verebilirsiniz isterseniz.

Alıntılar:

"Satranç hayat gibidir David," demişti babası. "Her parçanın kendi işlevi vardır. Bazıları zayıftır, bazıları ise güçlü. Bazıları oyunun başında işe yarar, bazıları sonunda. Ama kazanmak için hepsini kullanmak zorundasın. Aynen hayatta olduğu gibi, satrançta da skor tutulmaz. On parçanı kaybedip yine de kazanabilirsin oyunu. Satrancın güzelliği budur işte."

O kadar çok esrarengiz olgunun nedenini buluyoruz ki, bir şeyin bilinemeyeceğine inanmakta zorlanıyoruz. Ama yine de bilinmeyen, bilinemeyecek diye bir şey var. O da karşımıza geçmiş sakin sakin işine bakıyor. -Henry Louis Menchen, Yazar

"Önemli olan şudur: Söyleyeceklerim diğer olasılık metodolojisi için de geçerlidir, hiçbir şeyden tamamen emin olamazsın; o zaman tahmin yürütmek için kullanılan denklemler hataları en aza indirgemek içindir, hata payını ortadan kaldırmak için değil."

Esen kalın, hoşça kalın.

Giriş görsel: Andrew Ostrovksky

23 Ocak 2021 Cumartesi

Kitap Yorumu | Yapay Düş - Beth Revis

Kitap Yorumu | Yapay Düş - Beth Revis

Merhabalar.

Daha evvel yazdığım yorumlara denk gelmişseniz eğer Beth Revis'i okumayı sevdiğimi biliyorsunuzdur. Yazarın diğer eserlerinden Evrenin Ötesi serisi yorumuma şuradan, Edgar Casey Akademisi kitabı yorumuma şuradan ulaşabilirsiniz.

Beth Revis ile tesadüfen tanışmış, Evrenin Ötesi serisi beklediğimden iyi çıkınca diğer kitaplarına da bir şans vermek istemiştim. Edgar Casey Akademisi'nin ardından dilimizde yayımlanan son kitabı Yapay Düş'ü de listeme eklemiş bulundum ve işte buradayım. (Kendisi aslında oldukça aktif bir yazar; birçok kısa hikayesi, iki kitaplık bir fantastik-genç yetişkin serisi, Star Wars kitapları ve son olarak yazar adaylarına tavsiyelerde bulunduğu 3 kitaptan oluşan bir kurgu dışı serisi bulunuyor. Ancak bunlardan herhangi biri dilimize çevrilmiş değil. Bu sebepten çevrilmiş beş kitabını dikkate alarak -tek okuduklarım şu an bunlar çünkü- yapacağım yorumumu.)

Revis -her ne kadar psikolojik ve fantastik tarzda eserleri de olsa da- bilim kurgu-genç yetişkin türünde eserler veren bir yazar. Edgar Casey Akademisi, Evrenin Ötesi serisinden çok farklı noktada konumlanmış bir eserdi. Yapay Düş'ün seri ile bağlantısı daha fazla. (Kitabın belli bir noktasında Evrenin Ötesi serisinde yer alan Godspeed adlı gemiden ve yaşanan olaylardan da bahsediyor.)

Yazarın kitapları ile alakalı ilk yorumum üzerinden neredeyse 4 yıl, ikinci yorumum üzerinden ise 2 yıl geçmiş neredeyse. Şu an bu yorumu yapan ben farklı bir noktada haliyle. Revis'in düşünme yapısını ve farklı noktalara giden fikirlerini seviyorum; kurgularının çıkış noktası ve gidişatı kendisine özgü oluyor hep. Fakat Yapay Düş ile alakalı düşüncelerim biraz sallantıda açıkçası. Neden olduğunu izah edeyim hemen.

Kitabın konusundan bahsetmeyeceğim zira arka kapakta güzel güzel anlatmışlar ne olduğunu. Ancak şuna değinmek istiyorum: 

Ella Shephard, hayatını özel hayatını kullanmaya adamıştır. Annesi tarafından geliştirilen bir teknoloji sayesinde insanların rüyalarına ve hatıralarına girip bu sayede başkalarına, mutlu anılarını tekrar yaşamaları için yardım eder.

Arka kapaktaki bu ilk paragrafı okuyunca Ella'nın -ana karakter- hali hazırda zaten insanların düşlerine girdiğini ve işinin bu olduğuyla alakalı bir yanılgıya kapılabilirsiniz, en azınden ben kapıldım. Öyleyse eğer kapılmayın. Çünkü ilerleyen sayfalarda yapmak zorunda kalana kadar denemediği ve çok da bilgisinin olmadığı bir konu olduğunu öğreniyorsunuz. (Sinopsisi başarısız yazılmış bence. Arka kapaktaki atmosfer ile kitaptakinin alakası yok çünkü.)

Şimdi. Beth Revis'in sevdiğim bir özelliği, karakterlerini güçlü kurması ve en önemlisi her birinin bir karakter niteliği taşıyor olmasıydı. Bu kitaptaki karakterler ise hiçbiri ile bağ kuramayacağınız türden karakterlerdi, günün sonunda hiçbiri varlığı ile hatırımda kalmayacak yani. Özellikle ana karakter... Hayatımda bu kadar silik ve edilgen bir karakter görmedim muhtemelen. Görmüşsem de gördüklerim arasında ilk sırada yer alıyor artık kendisi. Kitabın yaklaşık son 100 sayfasına kadar Ella, sürekli oradan oraya sürükleniyor ve sürekli ana karakterin başına bir şey geliyor, kendisi bir şey yapmıyor. Ki bu da dikkat edilmesi gereken en önemli noktalardan biridir genelde, çünkü eseri sıkıcı bir noktaya sürükleme ihtimali vardır. Eh, bu eser de o noktaya sürüklenmiş maalesef ki.

Her birimizin aklında yer alan "3-4 ergen mi kurtaracak şimdi koca ülkeyi yahut dünyayı?" sorusu, Revis'in aklında da yer almış olacak ki durumu böyle aktarmayı çözüm olarak görmüş. Zira diyaloglardan birinde de bunu bir karakterin ağzından belirtmiş zaten. Ama maalesef olmamış. 3-4 ergen tereyağından kıl çeker gibi kurtarmasın tabii ki de dünyayı ancak ana karakteri 18 yaşında yapıp bu çelişkiden kaçınmak için de karaktere hiçbir şey yaptırmamak bunun çözümü değil maalesef ki.

Diyalogdan bahsetmişken... Of, verilmek istenen mesajın yahut kurguladığı dünyaya ait bilgilerin karakterlerin ağzından dümdüz verilmiş olması da tadımı kaçırdı. Diyaloglar yetmiyormuş gibi bir de Ella -kitap genç kızın ağzından anlatılıyor- sürekli ama sürekli bilgi veriyor. Okuyucu olarak beni birçoğu alakadar bile etmiyor muhtemelen. Verilen bilgiler kurgusal dünyayı somutlaştırmaya da yaramıyor. Niye verilmiş anlamadım.

Çok uzatmayayım lafı -bu uzatmamış halim, değil mi?- sözün özü beğendiğim bir kitap olmadı, Yapay Düş. Okunmayacak kadar kötü bir kitap mı? Yani, değil muhtemelen ancak benim takıldığım şeylere takılıyorsanız sizi süreç boyunca zorlayabilecek bir kitap, zira kendisi 480 sayfa. Evrenin Ötesi serisinden sonra çıkardığı bu kitap nasıl böyle olmuş, aklım almıyor. Revis'i listemden silmedim ancak önceliğinin düştüğünü söyleyebilirim.

Esen kalın, hoşça kalın.

16 Ocak 2021 Cumartesi

Kitap Yorumu | Psikiyatrist - Wulf Dorn

Kitap Yorumu | Psikiyatrist - Wulf Dorn

Merhabalar.

Kitaplığıma şöyle bir baktığımda gerilim türünde çok fazla kitabım olduğunu fark ettim. Anlaşılan o ki gerilim türünde (korku çok tarzım değil, bu sebepten korku-gerilim daha az sayıda) kitaplar okumayı seviyorum. Genel bir başlık içerisinde toplarsam "gizem" kitaplarını bir şekilde dahil ediyorum sözün özü, iki okuma listemden birine.

Wulf Dorn da vakti zamanında adını duyduğum ancak okumaya bir türlü fırsat bulamadığım bir yazardı. Neredeyse okuyan herkesin yazardan ve eserlerinden memnun kalması, bir şekilde merakımı cezbetti ve bu tarzda okumayı da sevdiğimden bir şans vermek istedim. Bunu büyük bir heyecanla yaptım çünkü kafa yapımız uyuşursa yeni bir yazarla tanışmış olacak, kitaplarını da öyle üzerinde çok düşünmeme gerek kalmadan sepete atabilir hala gelecektim.

Son söylediğim şey konusunda henüz tam bir karara varabilmiş değilim.

Wulf Dorn pskilojik-gerilim yazarı ve kitaplarının orijinal dili Almanca. Birçok dile çevrilen kitapları ülkemize de çok geçmeden ulaşmış ve yazarın hayran kitlesi de bu vesileyle büyümüş oldu. Yazı kariyerine muhabir olarak başlayan ve evvelinde de yirmi yıl psikiyatri kliniğinde çalışan Dorn'un eserleri şunlar: Psikiyatrist (2009), Şizofren (2010), Oyunbaz (2011), Hain Yüreğim (2012), Fobi (2013), Karabasan (2015) ve Travma (2017). 2019'da orijinal adı "Dunkle Begleiter" (düz çevirisi ile Karanlık Arkadaşlar) olan kitabı yayımlandı bir de. Çevrilmedi henüz. 

Psikiyatrist'in konusunun üzerinden geçmeyeceğim, arka kapakta yer alıyor çünkü; fazlası gizemi öldürebilir, gerek yok. Kitapta yer alan karakterler, mekanlar, hastanede hastalarla yaşanan olaylar... bunların her biri kitaba oldukça güçlü bir atmosfer katıyor. Mekanlar gerçekte var olmasa bile okuyucuyu içine çekebiliyor hemen. Kısacası kitabın girişi oldukça kuvvetli.

Ortalarına doğru yerleştirilen mini ipuçları ve gizem parçaları hafif bir tempo katıyor hikayeye. Ama hafif. Sonlara doğru da artık olayların çözümüne yaklaşıyoruz ve bir anda hikaye pik noktasına ulaşıyor. Gerilim kitap boyunca zayıftı, en azından benim için. Tam anlamıyla gerilebildiğim birkaç sahne haricinde kitabın geneli uzaktan uzağa ilerliyor gibi hissettiriyor. Hafif bir şeyler var, korkutucu birileri falan ama bize çok temas etmiyormuş gibi. Televizyonda tanık olduğumuz olayların başımıza gelmeyeceğini düşündüğümüz zamanki hislerimizden söz ediyorum. Bir şeyler yaşanıyor ama karakteri -ve dolayısıyla bizi- korkutacak ya da korkutması gereken bir şey yokmuş gibi geliyor.

Sonu ise... bunu söylemek pek hoşuma gitmiyor ama tahmin edilebilir bir sondu. Bu tarzda biraz fazla sayıda kitap okuduysanız az biraz anlıyorsunuz neler olabileceğini. 2009'da yayımlandığı tarihte durumlar nasıldı, bilmiyorum ama 2021'de olması gerektiği kadar güçlü değildi.

Temel sağlam ancak tempo ve gizem temele göre zayıf kalmış. Yazarın ilk kitabı olduğunu ve oldukça eski olduğunu göz önünde bulundurarak ilerleyen kitaplarına da bir şans vermeyi planlıyorum. Henüz vazgeçmedim kendisinden. Umarım diğer eserleri bana beklediğim şeyi verir.

Esen kalın, hoşça kalın. 

9 Ocak 2021 Cumartesi

Kitap Yorumu | Veronika Ölmek İstiyor - Paulo Coelho

Kitap Yorumu | Veronika Ölmek İstiyor - Paulo Coelho

Merhabalar.

Veronika Ölmek İstiyor kitabını daha evvel duymadıysanız bile Simyacı kitabını mutlaka duymuşsunuzdur. Paulo Coelho'yu da doğal olarak. Orijinal dili Portekizce olan Veronika Decide Morrer, İngilizce'ye Veronika Decides to Die (Veronika Ölmeye Karar Veriyor), Türkçe'ye ise Veronika Ölmek İstiyor olarak çevrilmiş. Bu ikisinin arasında belirgin bir fark var açıkçası, kitabı okuyunca fark ediyorsunuz. Ancak "Karar Veriyor" diye çevrilseydi dilimize kulağa nasıl gelirdi bilemiyorum, kitap ilgi çeker miydi orası ayrı mesele.

Kendisinden "Simyacı kitabı ile Gabriel García Márquez'den sonra en çok okunan yazar" diye bahsedilen Paulo Coelho, Brezilyalı roman ve söz yazarı. En çok bilinen ve dilimize çevrilen kitaplarından bazıları ise şunlar: Hac (1987), Simyacı (1988), Işığın Savaşçısının El Kitabı (1997), Şeytan ve Genç Kadın (2000), Elif (2010) ve Casus (2016).

Veronika Ölmek İstiyor adlı kitabın, 2009'da Emily Young'ın yönetmenliğini yaptığı ve başrollerini Sarah Michelle Gellar, Jonathan Tucker ve Erika Christensen'ın paylaştığı bir filmi de var. Paulo Coelho, Larry Gross ve Roberta Hanley senaryosunu üstlenmiş.

Ölmeye karar veren ve 11 Kasım 1997 günü bir manastırda kiraladığı odasını temizleyen Veronika ile başlıyor kitap. İntihar etmek için en uygun yolu bulduğuna inanan Veronika, bir kutu ilacı içiyor ve bayılıyor. Uyandığında ise kendisini bulduğu yer bir hastane değil, tımarhane oluyor. "Büyük korku kaynağı olan, ünlü tımarhane Villete..." Bundan sonrası ise Veronika'nın Villete'te geçen günlerini konu alıyor.


Paulo Coelho'nun bir dönem yaşadığı psikiyatrik bozulmalara ithafen yazdığı bu roman, diğer birçok kitabında da olduğu gibi okuyucuya umut aşılamaya çalışıyor. Hayatın anlamının, Tanrı'nın, yaşamanın anlamını kavrayan karakterler birer birer sorgulamaya başlıyorlar kendi yaşamlarını. Psikolojiye, felsefeye, dine ve daha birçok konuya değinen Coelho, normalliği ve insanlığın normallik algısını deşiyor, kurcalıyor. Ve bunu da oldukça anlaşılır biçimde yapıyor.

Ama.

Birçok okuyucu kitabı umut aşılayıcı, düşündürücü ve muhteşem olarak tanımlasa da ben aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Veronika'nın intihar nedeni inanılmaz derecede normal ve anlaşılabilir bir nedendi. Gereksiz dramaya, çürütülebilecek bir nedene de dayanmıyordu. Lakin buna rağmen yaşama sevinci aşılayamadı bana, hayatım hakkında düşündürmedi yazarın söyledikleri.

Yazarın söyledikleri diyorum çünkü kitabın içindeki her karakter yazarın ağzından konuşuyor. Hiçbirini kanlı canlı hale getiremedim kafamda, hiçbirinin sözünü benimseyemedim çünkü her söz ve düşünce göze parmaktı. Bana ne düşünmem ve ne sonuca varmam gerektiğini söylemesi, anlattığı bütün her şeyin etkisini yitirmesine neden oldu. Bunda karakterlerin tek bir ağız olmasının da etkisi büyük.

Sözün özü, Veronika Ölmek İstiyor hayat hakkında karmaşık düşüncelere sahip olan, yolunu kaybetmiş insanların tekrar düşünmelerini sağlamak istese de bende aynı etkiyi yaratmadı. Koca bir özlü sözler kitabı gibiydi. Simyacı kitabı en çok sevilen ve söz edilen kitabı, ona da bir şans vereceğim. Ancak Coelho'nun başka kitabını okuyacağımı düşünmüyorum yakın zamanda, Kafamız uyuşmadı kendisiyle.

Esen kalın, hoşça kalın.

2 Ocak 2021 Cumartesi

Kitap Yorumu | Kırmızı Piyano - Josh Malerman

Kitap Yorumu | Kırmızı Piyano - Josh Malerman


Josh Malerman, Kafes gibi bir kitap yazdığı veonunla büyük yankı uyandırdığı için ister istemez bütün kitaplarını Kafes ile kıyaslayacağım zihnimin bir yerlerinde. Yazarın 2. kitabı Gölün Dibindeki Ev istenen etkiyi yaratamamıştı pek okuyu kitlesi üzerinde. Kırmızı Piyano'dan şahsen umutluydum ancak ı-ıh. Bu kitap da Kafes'in yanına yaklaşamadı.


Kafes'in kurgusunun temelini oluşturangörme ve işitme duyusu, Kırmızı Piyano'da da yer alıyor. Bu defa yer değiştirmiş gibiler sadece. Kafes "Sakın Gözlerini Açma" diye seslenirken, Kırmızı Piyano "Sese Kulak Verme" diyor. Film serilerindeki 2. filmler nasıl bir etki yaratıyorsa Kırmızı Piyano da o etkiyi yaratıyor okuyunca. "Biz bunun daha iyisini okumuştuk zaten," dedirtiyor.


Öncelikle kitaptan bahsedeyim: 1957 yılı, Detroit.Afrika'da bir çölde, nükleer silahları bile etkisiz hale getirebilecek denli güçlü bir şey, bir ses keşfediliyor. Öyle bir ses ki yeri tespit edilemiyor ve duyanları deyim yerindeyse hasta ediyor. Bir generalin, İkinci Dünya Savaşı'nda görev almış olan Danes grubunu ziyaret etmesiyle ünlü rock grubunun rahat hayatı kesintiye uğruyor. General, Danes grubundan Namib Çölü'ne gitmelerini ve sesin kaynağını bulmalarını istiyor, her bir grup üyesine de 100.000 dolar teklif ediyor.


"Bunlar manyak mı, böyle bir şeyi neden kabul edip gidiyorlar?" sorusunun cevabı ise şu: Macera arıyorlar ya da sebebin bu olduğunu düşünüyorlar. Neden onca insan varken bu grup diye sormadan da edemiyor insan. Kendileri haricinde bir tarihçi, bir çavuş ve bir fotoğrafçı ile Namib Çölü'ne ayak basıyorlar. Sonrası çölde yaşananlar...



Kafes'teki gibi ilerliyor hikaye anlatımı,bir bölüm geçmişten bir bölüm günümüzden şeklinde ve kitabın sonunda geçmiş, günümüzün başlangıcına bağlanıyor. Yazarın bu tekniği kullanması, kitabın sonuna kadar meraktan delirmemize neden oluyor tabii. Kitapta çok fazla karakter var, ilk 100 sayfa boyunca karakterleri bir türlü oturtamadım kafamda; hikayeye odaklanmamı zorlaştırdı bu durum. Karakterlerin bazıları havada kalmış, bazıları da yere tek ayakla basıyor gibi. Geçmiş ve günümüz ayrı mekanlarda ve ayrı karakterlerle geçiyor, bu da kitabı karmaşıklaştırıyor ister istemez.


Asılüzücü nokta kitabın bitişiydi. Olayların aslını öğrendik, sır perdesi aralandı ve o noktada düşüşe geçti koca hikaye bana göre. Bir anda. Ne tatmin edici geldi bana, ne de hikayeyi sağlam bir temele oturtmamı sağladı. Kafes'in öyle olağanüstü bir atmosfere rağmen okuyucuya geçirdiği "inandırıcılık" faktörünün, Kırmızı Piyano'da esamesi yoktu resmen. Koca kitabı "Ne okuyorum ben şu an?" şaşkınlığı ile okudum. Sonda açıklanan gerçekler o kadar karmaşıktı ki şaşıramadım bile, tam olarak anlayamadım çünkü. [Bende bir sıkıntı vardır belki de, bilmiyorum. Kişisel bir yorum olarak ele alın bunu.] İstediği etkiyi yaratamadı yani üzerimde.


Sözün özü, her ne kadar çıkışnoktası güzel olsa da planlama ve hayata geçirme aşamasında aynı başarıyı yakaladığını söyleyemeyeceğim. Kısa kesmem gerekirse kitap kocaman bir "karmaşa"ydı. Sonunda bile çözüme kavuşamayan bir karmaşa.


Esen kalın hoşça kalın.